Elde Edince Yitip Giden Arzu: David Gale’in Hayatı Üzerine Bir Düşünce Yolculuğu
Hayatta en çok istediğimiz şeyleri elde ettiğimizde içimizde bir boşluk uyanır mı? Yoksa onları korumak için ömrümüzü adar mıyız? Bu sorunun cevabı her ruhun haritasında farklı bir yol çizer. Ama bazı hikâyeler vardır ki, bu ikilemi yürek burkan bir berraklıkla önümüze serer. The Life of David Gale filmi, yalnızca bir adamın trajik öyküsünü anlatmaz; aynı zamanda insan arzularının, inançlarının ve çelişkilerinin büyüleyici portresini çizer.
David Gale, ölüm cezasına karşı mücadele eden bir felsefe profesörüdür. Yaşamı, inandığı değerlerin içinde şekillenirken, bir gün kendini tam da karşısında durduğu sistemin kurbanı olarak bulur. Paradoksal bir kader çizgisi gibi... Ölüme karşı çıkan bir adamın, kendi ölümünü büyük bir mesaj haline getirmesi...
Ama bu yazının odağı ne ölüm cezası ne de adaletin kırılgan terazisi. Bu yazının kalbinde şu soru var: İnsan, en derin arzusuna ulaştığında onu hâlâ istemeye devam eder mi? Yoksa o an, arzu küllerinden doğan bir pişmanlığa mı dönüşür?
Gale, bir anlamda yaşamı boyunca inandığı şeye ulaşır: Sesini duyurmak. Ama bu uğurda kendini feda eder. Elindeki hayatı, fikirlerinin duyulması için bir bedene dönüştürür. Bu noktada, arzunun doğası çarpıcı biçimde karşımıza çıkar. Çünkü bazen, bir şeyi elde etmek için değil; elde ettikten sonra da tutabilmek için büyük bir bedel ödemek gerekir. Gale, inandığı şey uğruna onu sonsuza dek kaybetmeyi göze alır: Yaşamını.
İnsan doğası, arzu ettikçe yaşar. Ama birçok kez, arzuladığı şeye sahip olduğunda, o şey anlamını yitirir. Belki de bu yüzden bazıları sürekli yeni arzuların peşinden koşar; bazılarıysa sahip olduklarını korumak için savaşır. David Gale, ikisinin tam ortasında bir çizgi çizer. O, sahip olduğu fikirleri yaşatmak için kendinden vazgeçer.
Bizler ise kendi hayatlarımızda her gün küçük Gale’leriz. Bir ilişki, bir iş, bir hayal... Çok istediğimiz şeyleri elde ettiğimizde ya içimizdeki boşluk büyür, ya da onları korumak için yeni bir savaş başlatırız. Arzu, canlıdır. Ya ona sürekli can veririz ya da tükenir.
The Life of David Gale, bize şunu hatırlatır:
Bazı arzular, yalnızca ulaşılmak için değil, yaşatılmak için vardır.
Ve bazen bir şeyi gerçekten yaşatmanın yolu, onu özgür bırakmaktan geçer.
Tıpkı Gale’in kendi yaşamını bir fikre teslim etmesi gibi...
“Sen, en çok istediğin şeye ulaştığında ne yaparsın: Onu yaşatmak için savaşır mısın, yoksa bir sonraki arzuna mı geçersin?”
Kum Saati
Adı Râsim'di. Sessiz bir kasabada, tozlu raflar arasında kitap satar, akşamları tek lambayla aydınlanan küçük dükkânında kendi hikâyesini yazmaya çalışırdı. Yıllar önce üniversite koridorlarında, konuşmalarıyla kalpleri alevlendiren bir filozoftu. Şimdi ise fısıltılarla hatırlanan bir isim, bir zamanlar “geleceği olacak” denen adamlardan biriydi.
Ama onun bir arzusu vardı.
Tüm ömrü boyunca peşinden gittiği, geceleri uykularını bölen bir tutku:
Gerçek anlamda bir fikir bırakmak.
Yazıyordu… Sayfalarca.
İnsanlar neden sever, neden savaşır, neden susar?
Adalet nedir? Umut ne zaman ölür?
Bir gün, yazdığı metinlerden biri bir gazetecinin eline geçti. Ve sonra başka birinin. Bir fikir, rüzgâra kapılmış bir tohum gibi yayılmaya başladı. Râsim’in cümleleri, başkalarının dudaklarında yankı buldu. Düşünceleri tartışmalara konu oldu. Yıllar süren sessizliğin ardından ses olmuştu.
O gece, ilk defa ağlamadan uyuyabildi.
Ama sabah uyandığında içi boştu.
Yıllarca arzuladığı şey gerçek olmuştu, ama içindeki ateş sönmüştü.
Bir arzu, gerçekleştiği anda artık bir ihtiyaç olmaktan çıkmıştı.
Kazanmıştı ama kaybetmişti.
Çünkü artık ne yazacak bir şey kalmıştı, ne de yazmak için sebep.
O günden sonra, kitapçı dükkânının vitrinine küçük bir kum saati yerleştirdi.
Her sabah onu ters çevirir, kumların akışını izlerdi.
Sanki zamanı değil de, arzunun tükenişini seyrederdi.
Günlerden bir gün, genç bir kadın içeri girdi. Elinde Râsim’in kitabı vardı.
“Bu kitabı yazan kişiyle tanışmak istiyorum,” dedi.
Râsim cevap vermedi. Kadın vitrine döndü, kum saatine baktı.
“Zaman geçiyor,” dedi. “Ama bazı fikirler hep yaşar.”
İşte o anda Râsim yeniden yazmaya başladı.
Çünkü anladı ki, arzu sadece elde etmekle ilgili değildir.
Arzu, paylaşıldığında yeniden doğan bir ışıktır.
Ve bazı ışıklar, en çok karanlıkta parlar.
Kumun Şarkısı
Bir arzuydu düştü kalbime,
Geceyi yakan yıldız gibi,
Ne zaman uzansam ona,
Geri çekildi, bir rüya gibi.
Sayfalar dolusu suskunlukla
Yazdım içimdeki kıyameti,
Her cümlede bir sızı vardı,
Her harfte eksilen bir ben.
Bir gün ses oldu kelimelerim,
Başka dudaklarda can buldu,
Ve ben, sustum.
Çünkü arzular da ölür bazen.
Kum saatine baktım sonra,
Zaman değil, ben akıyordum,
Bir fikrin ardında tükenen,
Bir ömrün yankısıydım artık.
Sonra geldi biri,
Elinde bir kitap, gözlerinde ışık,
"Bu senin mi?" dedi,
"Bu benim yeniden doğuşum," dedim.
Ey arzu, ne garipsin sen,
Elde edilince yitirilen hazine,
Ama paylaşıldıkça çoğalan,
Küllerinden doğan bir yangın gibi...
Yorum Gönder