Cesaret ve İhanet: Sevgiye Sırt Dönenler Gölgedeki Ateş

 Kış, dağların göğsüne inmişti. Rüzgâr, taşların arasında bir sır gibi dolanıyor, kar taneleri geçmişin sessizliğini örtüyordu. Ve o kasabanın tam kalbinde, yıkık dökük bir taş konağın penceresinden, Ela gözlerini ufka dikmiş, bir zamanlar sevgiyle çırpınan kalbinin enkazında, ihanetin izlerini okuyordu.

Ela, hayata karşı hep cesur olmuştu. Annesinin lavanta kokan ellerinde büyürken, babasızlığın soğuk gecelerinde yıldızlara sarılarak uyur, her sabah doğan güneşi bir umut nişanı gibi karşılardı. Gözleri her zaman uzaklara bakar, kalbi hep yakın olanı özlerdi.

Sonra Cem geldi.

Adı kadar sade, gülüşü kadar karmaşıktı. Onun gelişi, Ela’nın içindeki tüm duvarları yıktı. Sevgiyle ördükleri her cümlede, gelecek bir efsane gibi görünüyordu. Cem, Ela’nın kalbini değil, kaderini de avuçlarında taşıyor gibiydi. Beraber çizdikleri dünya, yağmurlu gecelerde bir çatı, sessiz akşamlarda bir şarkıydı.

Ama her aşk, göğe yazılmış bir kehanet değildir. Ve her gül, altında bir diken saklar.

Bir gün Cem, bir başka hayale yürümek için arkasına bile bakmadan gitti. Sessizdi gidişi. Ne bir vedâ, ne bir açıklama. Sadece kapının eşiğinde bırakılmış bir kol düğmesi… Ve Ela’nın ellerinde kırılan bir mektup:
“Ben cesur olamadım. Bu sevgi fazla büyüktü bana…”

İhanet, bazen bir bıçak gibi saplanmaz. Bazen sadece çekip giden bir adım olur. Ama ardında, asla iyileşmeyecek bir yankı bırakır.

Ela, o günden sonra sessizliği öğrenmişti. Ama içinde hâlâ yanan bir ateş vardı. O ateş, aşkı değil… adaleti arıyordu artık. Çünkü sevgiye sırt dönenler, sadece bir kalbi değil; evrenin dengesini bozanlardı.

Ve Ela, intikam peşinde değil; hakikatin izindeydi.

Ela, Cem’in ardında bıraktığı yoklukla bir mevsimi daha geçirdi.
Bir yıl değil, sanki bir ömür eksilmişti takvimlerden.
Artık ne kuşların sesi umut veriyordu, ne de sabah güneşi içini ısıtıyordu.
Ama acı da kendi içinde ikiye ayrılır:
Biri öldürür, diğeri yeniden doğurur.
Ela’yı öldüren ihanet olmuştu. Onu yeniden doğuran ise cesaretti.

Bir sabah, aynaya baktığında gözleri hâlâ ağlıyordu ama dudaklarında yeni bir cümle vardı:
"Beni bıraktığın yerde kalmayacağım."

İşte o gün, Ela geçmişin zincirlerini kırmaya karar verdi.
İstanbul’a gitti. Koca şehirde tek başına…
Ama içinde bin kadının susmuş sesiyle.
Gün boyu bir yayınevinde çalıştı. Geceleri, küçük bir kafede şiirler yazdı.
Kadınlara ihanetin gölgesinden çıkmaları için atölyeler kurdu.
Her satırı bir yara, her harfi bir dua gibiydi.

Bir gün, bir kadının sesiyle irkildi:
“Sen, o mektupları yazan Ela mısın?”
Kadının adı Lale’ydi.
Gözleri Ela’nınkine benziyordu: Çok ağlamış, ama hâlâ parlıyordu.
Lale de Cem’in geçmişinde bir izdi.
O da sevmişti. O da yaralıydı.
Ve işte o anda Ela anladı ki, bu hikâye yalnız onun değildi.
Sevgiye sırt dönenler, birçok kalbi birden kırmışlardı.

Ela ve Lale, yalnızlıklarından bir ordu kurdular.
“Yaralılar Derneği” adını verdikleri bir topluluk doğdu.
Kadınlar geldikçe, birbirlerinin hikâyelerini anlattıkça, bir şey değişti:
Acı, bir yük olmaktan çıkıp bir güç hâline geldi.
Birbirlerinin küllerinde kendilerini yeniden bulan kadınlar…

Ama kader hâlâ sahnede perdeyi indirmemişti.

Çünkü bir gün...
Cem geri döndü.
Elinde çiçek yoktu, ama gözlerinde pişmanlıkla karışık bir gölge vardı.
Ela'nın karşısına çıktığında, sadece bir soru sordu:
"Yaraları affedebilir misin?"

Ela sustu.
Ama bu suskunluk bir kabulleniş değil,
fırtına öncesi derin bir sükûnetti.

Cem, Ela'nın karşısında duruyordu.
Gözleri, geçmişin pişmanlığıyla yoğrulmuş; sesi, titrek bir özürle yüklüydü.
“Yaraları affedebilir misin?” diye sormuştu.
Ama o soru, bir kelimeden fazlasıydı.
Bu, bir yargı günüydü.
Kalbin mahkemesi kurulmuştu.
Ve hâkim, yaralı ama dimdik ayakta duran bir kadındı.

Ela ona uzun uzun baktı.
Cem'in yüzünde zamanın çizdiği haritalar vardı.
Ama Ela'nın kalbinde de dağlar, uçurumlar, yanık ormanlar vardı.
Bir sevda, affedilmek için geri dönemezdi.
Çünkü bazı kırıklar, yapıştırıldığında hâlâ keskin kalır.

Ela konuşmaya başladığında sesi titremedi:
“Affetmek, unutmaktır sananlar yanılır.
Ben seni affettim Cem.
Ama seni kalbime değil, gerçeğe gömdüm.
Sen bir zamanlar sevdiğimdin…
Artık sadece öğrendiğim bir ders oldun.”

Cem sustu.
Bazen en büyük cezayı kelimeler değil, suskunluklar verir.
Ela yürüdü.
Ardında ne kin bıraktı, ne de nefret.
Sadece kendini aldı ve gitti.


Post a Comment

Daha yeni Daha eski