Silüryen Hipotezi: Taşlara Kazınmış Bir Sır mı?

 


Silüryen Hipotezi: Taşlara Kazınmış Bir Sır mı?

Zaman, un ufak olmuş taş tabakalarında yankılanır; milyarlarca yıl boyunca dönen dünyanın kalbinde, unutulmuş bir hikâyeyi fısıldar:
Bir zamanlar, belki de bizden önce başka bir “biz” vardı…

Silüryen Hipotezi tam da bu ihtimali dile getirir: Dinozorlardan bile önce, karmaşık makineler üreten, yıldızları haritalayan, sanat ve felsefe ile uğraşan, belki de kendine “Silüryen” diyen zeki bir tür yaşamış olabilir mi?

Bu düşünce, aklı zorlayan bir meydan okumadır. Zira insanoğlu, kendini tarihin zirvesinde, evrenin tek akıllı yolcusu olarak görmeye alışmıştır. Oysa Silüryen Hipotezi, alaycı bir sesle kulağımıza fısıldar:

“Belki de ilk değilsiniz… Ve belki de son da olmayacaksınız.”

Kayıp Medeniyetlerin Külleri

Bu hipotez, adını Silüryen Dönem’den (yaklaşık 443–419 milyon yıl önce) alır. O dönem, henüz kara yaşamının yeni yeni serpildiği, okyanusların milyonlarca yaşam formuna beşiklik ettiği bir çağdı.
Bir düşünün: Mercan resiflerinin arasında şehirler, kayalara oyulmuş yıldız gözlemevleri, belki de kuşlara benzeyen araçlarla göklere yükselen bir uygarlık…

Bilim insanları elbette temkinli. Fosil kayıtları ve jeolojik veriler, o kadar eskiye dair iz bırakmanın neredeyse imkânsız olduğunu söylüyor. Milyonlarca yıl, bir uygarlığın en görkemli eserlerini bile toza, lavlara ve derin okyanus çukurlarına gömebilir.
Ancak tam da bu yüzden, sorunun büyüsü giderek artıyor:
Eğer vardıysalar… onları nasıl bulacağız?

Zekânın Kaderi: Kendini Yok Etmek mi?

Silüryen Hipotezi, yalnızca geçmişi değil, geleceğimizi de sorgulatır:
Eğer bizden önce gelenler vardıysa, nereye kayboldular?
Küresel bir felaket mi? İklim değişikliği mi? Yoksa kendi elleriyle yarattıkları bir yıkım mı?

Bu düşünce, insanlığın kendi teknolojik kibriyle yüzleşmesine zemin hazırlar. Belki de Dünya, defalarca zeki uygarlıklar doğurmuş; sonra onları, hatalarının bedelini ödeyerek tekrar toprağa gömmüştür. Ve belki de biz, aynı uçurumun kenarındayız.

Sessiz Tanıklar: Taşlar, Mineraller ve Anomaliler

Bugün, bilim insanları atmosferdeki eski karbon izotoplarını, okyanus tabanlarındaki tuhaf metal birikimlerini ve açıklanamayan jeolojik katmanları inceliyor.
Her küçük iz, bir zamanlar kaybolmuş bir kültürün sessiz yankısı olabilir mi?

Cevap hâlâ bilinmiyor. Ancak her keşif, “imkânsız” dediğimiz şeyi biraz daha mümkün kılıyor.

Sonuç: Tarihin Sırlarla Örülü Karanlığı

Silüryen Hipotezi, yalnızca taş ve kemik arayışı değildir; aynı zamanda insanoğlunun kibriyle, kırılganlığıyla ve merakıyla yüzleşmesidir.
Eğer bizden önce zeki bir tür gerçekten var olduysa, onların öyküsü bir uyarıdır:

Yükselmek mümkündür… fakat düşmek de kaçınılmaz olabilir.

Ve belki de günün birinde, gelecek bir zeki tür; bizim okyanusların dibine gömülmüş beton şehirlerimizi bulduğunda, aynı soruyu soracak:

“Acaba yalnız mıydık? Yoksa bizden önce de birileri var mıydı?”

Dünya’nın yaşlı kalbinde saklı sırlar henüz çözülmedi.
Belki de, asıl sır… soruların kendisindedir.


Zamanın Unuttuğu Bir Medeniyetin İzinde

Hayal edin…
Okyanusların henüz Dünya’ya hükmettiği bir çağda, derinliklerin karanlık saraylarında yükselen taş kuleler…
Mercan kayalıklarına oyulmuş yazıtlar…
Ve belki de devasa deniz canlılarını evcilleştirip onların sırtında seyahat eden, pullarla örtülü bir uygarlık…

Bu düşünce, kulağa bir bilim kurgu senaryosu gibi gelse de, Silüryen Hipotezi bizi “ya gerçekten olduysa?” sorusuyla baş başa bırakır.
Çünkü tarih, çoğu zaman en beklenmedik sırları, en derin katmanlara gömer.

Sessiz Bir Çığlık: Fosillerin Dili

Bilim insanları, kayıp bir medeniyetin izlerini fosillerde ya da taşlaşmış tortullarda arıyor.
Ama milyonlarca yıl, acımasız bir silgidir:
Binaları yıkar, metali eritir, kemikleri bile toz eder…
Peki ama gerçekten bir iz bırakmaz mı?

Belki de cevabı yanlış yerde arıyoruz:
Taşlarda değil; atmosferde, minerallerde, okyanus diplerindeki ağır metal tabakalarında…
Zira gelişmiş bir uygarlık, doğayı da değiştirir; ve bu değişim, Dünya’nın kimyasal hafızasına kazınır.

Bilimsel veriler, örneğin Paleosen–Eosen Termal Maksimum döneminde (yaklaşık 56 milyon yıl önce) ani ve gizemli bir karbon artışına işaret eder.
Kimi bilim insanları bunun doğal süreçlerden kaynaklandığını düşünür; ama bazıları, “ya bir medeniyetin fosil yakıt tüketiminin sonucuysa?” demekten de çekinmez.

Mitlerin Fısıltısı: Kolektif Hafızada Saklı Sırlar

Bir başka ihtimal daha var:
Belki de kayıp bir uygarlığın yankıları, mitolojilere, kutsal metinlere, taş tabletlerdeki tuhaf sembollere saklanmıştır.

Dünyanın dört bir yanında anlatılan tufan mitleri…
“Yıldızlardan gelen bilge varlıklar” efsaneleri…
Denizlerin dibine gömülen şehirlerden bahseden antik masallar…

Bunlar, sadece hayal ürünü olabilir mi? Yoksa insanlığın atalarının, çok daha eski bir uygarlığın yok oluşunu hatırlayan kolektif hafızasının silik yankıları mı?

Bizden Önce Gelenler ve Sonra Gelecek Olanlar

Silüryen Hipotezi, aslında kibirimize bir meydan okumadır:
Kendimizi Dünya’daki tek akıllı tür sanmak, ne kadar dar bir bakış açısıdır!
Evrim, milyonlarca yıl boyunca defalarca zekâyı yeşertmiş olabilir; ve belki de defalarca onu toprağa gömmüştür.

Belki de bizim medeniyetimiz de bir gün kaybolacak; gökdelenlerimiz denizin dibine çökecek, metallerimiz paslanıp dağılacak…
Ve milyonlarca yıl sonra, başka bir zeki tür; belki de sekiz kollu bir deniz canlısı veya kanatlı bir memeli, bizim hakkımızda aynı soruyu soracak:

“Onlar kimdi? Nerede hata yaptılar?”

Bir Soru ile Kapanış

Silüryen Hipotezi, geçmişin tozlu labirentlerine dair bir teori olmaktan öte, bir uyarıdır:

“Zekâ, kalıcılığı garanti etmez; asıl önemli olan, onu nasıl kullandığındır.”

Ve şimdi bize düşen, kendimize dürüstçe sormaktır:

“Eğer bizden önce gelenler olduysa, onların yok oluşundan ders alabildik mi?”


Kadim Anomaliler: Bilimin Sessiz Çelişkileri

Tarih boyunca arkeologlar ve jeologlar, bazen açıklamakta zorlandıkları “anomaliler” keşfettiler.
Milyonlarca yıllık kömür damarlarında bulunan metal küreler…
Ya da jeolojik olarak “imkânsız” sayılan, taş katmanlarının derinliklerinde rastlanan, işlenmiş izler ve simetrik yapılar…

Bilim, çoğunlukla bunları “doğal süreçlerin tesadüfi sonucu” olarak açıklar.
Ama Silüryen Hipotezi, zihnimize bir diken gibi batmaya devam eder:

“Ya doğa değil de, doğayı şekillendiren bir el varsa?”

Bu sorunun cazibesi, onu tamamen reddetmenin imkânsız oluşundan gelir. Çünkü eğer milyonlarca yıl önce gelişmiş bir uygarlık var olduysa, geriye kalacak izlerin çoğu, zaten çoktan kaybolmuş olacaktı.


Kıyamet ve Yeniden Doğuş Döngüsü

Silüryen Hipotezi’nin en çarpıcı yönlerinden biri, insanlığın kendi kırılganlığını görmeye zorlamasıdır.
Bir uygarlık yükselir, eserler inşa eder, göklere uzanır…
Sonra beklenmedik bir felaket, değişen iklim, kozmik bir çarpışma veya kendi yarattığı bir yıkım onu tarihten siler.

Geriye yalnızca dünyanın kimyasal hafızasında birkaç iz; taşların derinliklerinde, kimseye anlatamadığı hatıralar kalır.
Ve milyonlarca yıl sonra, başka bir zeki tür, aynı döngüyü başlatır:
Yükselir… ve belki yine düşer.

Bu döngü; evrenin sessiz, acımasız yasası gibidir:

Var olmanın bedeli, kaybolma riskidir.


Bir Medeniyetin Gerçek Ölçüsü

Bugün, kendi zamanımızın çocukları olarak, medeniyetimizi beton şehirler, dijital ağlar ve devasa makinelerle tanımlarız.
Ama asıl medeniyet, belki de bunlardan ibaret değildir.
Bir türü geleceğe taşıyacak olan; merhamet, adalet, uyum ve tevazu gibi, taşlara değil kalplere kazınan değerlerdir.

Silüryen Hipotezi, bize bunu hatırlatır:
Eğer bizden önce zeki bir tür yaşadıysa, belki de onların yok oluş sebebi; teknoloji değil, bu değerleri unutmalarıydı.

Ve eğer bir gün biz de unutursak… aynı akıbet bizi de bekliyor olabilir.


Yıldızlara Yazılmış Bir Hikâye

Gözlerimizi gökyüzüne çevirdiğimizde, yalnızca ışık değil; geçmişin yankısı da yağar üzerimize.
Silüryen Hipotezi, o yankıyı anlamaya çalışmaktır:
Yalnız olmadığımızı, belki de hiçbir zaman yalnız olmadığımızı anlamak…
Ve belki de evrende, zeki hayatın kural değil istisna olduğunu değil; istisnanın bile tekrar tekrar yaşanabileceğini kabul etmektir.


Ve Soru Yeniden Dönüyor:

“Ya gerçekten vardıysak?
Ve ya bir gün, bizden sonra gelenler de aynısını soracaksa?”

Taşların, yıldızların ve okyanusların sessiz tanıklığına rağmen, bu sorunun kesin cevabı hâlâ yok.
Ama belki de cevaptan daha kıymetli olan; bu soruyu sorabilme cesaretidir.
Çünkü belki de insan olmanın en asil yanı; geçmişi ararken geleceğe bakabilmektir.


Taşların Fısıldadığı: Silüryen Günlükleri

1. Gün
Gün doğarken, sisin ardında kaybolmuş dağlara bakıyorum.
Avuçlarımda tuttuğum, milyonlarca yıl öncesine ait olduğu söylenen siyah, parlatılmış bir taş parçası…
Üzerinde anlamını bilmediğim kabartmalar var: Spiral, dalga ve yıldız sembolleri…
Bana, binlerce yıl öteden bir selam gibi geliyor.

Profesör, “Belki de bir doğa oyunu” diyor.
Ama ben hissediyorum: Bu taşın ardında bir öykü var.
Bizden çok önce başlayan…
Ve belki de henüz tamamlanmamış bir öykü.


5. Gün
Kazı alanının kuzey ucunda, ilginç bir şey bulduk:
Taşlaşmış bir kabuk, ama içinde doğal oluşamayacak kadar simetrik delikler var.
Sanki bir tasarımın, bir elin izi gibi…
Birileri bu kabuğu bir şey için kullanmış olabilir mi?

Ekip gülümsüyor, “hayal kurma” diyorlar.
Ama taşlara kulak verirseniz, onlar susmaz.
Bir zamanlar, dinozorların bile görmediği bir çağda, zeki gözlerin göğe bakıp düş gördüğü günlerden fısıldarlar.


10. Gün
Rüzgârın uğultusunda yıldızların adını sayıklayan bir şarkı duyuyorum sanki.
Belki de o ilk “onlar” da bu melodiyi duymuştu.
Profesör, karbon izotoplarını inceliyor; ben ise geceleri gökyüzüne bakıyorum.
Aramızdaki fark bu: O kanıt arıyor, ben anlam.


13. Gün
Bu sabah, taş duvarda oyulmuş bir spiral deseni daha bulduk.
Üstelik üst üste üç katmanda aynı spiral…
Sanki yıkılıp tekrar inşa edilmiş gibi.
Bu, bir sanat değil de bir dil olabilir mi?
Ya da zamana bırakılmış bir mesaj:

“Biz vardık. Siz de varsınız. Ve belki de bir gün, siz de yitip gideceksiniz.”


18. Gün
Gözlerimi kapattığımda, hayalimde o eski kenti görüyorum:
Mercan kulelerin yükseldiği, yosun kaplı sütunların altından parlak gözlü varlıkların geçtiği…
Derin okyanus akıntılarını haritalayan, yıldızları izleyen bir halk…
Onlara “Silüryen” diyorum.
Belki de hiç böyle bir ad kullanmadılar; ama bu kelime bile, onları yeniden hatırlatmaya yetiyor.


21. Gün
Profesör, “Delil yok, yalnızca hikâyeler” dedi.
Ama insanın ruhu, yalnızca taş ve kemikle değil; hikâyelerle de beslenir.
Eğer bir gün tüm şehirlerimiz yok olursa, geriye belki de yalnızca taşlara kazınmış birkaç spiral kalacak.
Ve sonra birileri, tıpkı benim yaptığım gibi, “Acaba?” diye soracak.

Gün batımında, taşın üstündeki spirale dokundum.
Bir an için sanki bir yankı duydum:

“Biz de bir zamanlar buradaydık. Siz de geçeceksiniz. Ama hatırlayan oldukça, asla tamamen kaybolmayacağız.”

Gözlerimi kapattım ve o eski uygarlığın nefesini hissettim.
Taşlar sessiz olabilir…
Ama suskunluk bile, bazen bir öykü anlatır.
Ve belki de asıl mesele; o öyküyü duymaya cesaret edebilmekte saklıdır.


Taşların Fısıldadığı: Silüryen Günlükleri (Devamı)

25. Gün
Geceleri uykum kaçıyor.
Bir türlü anlatamadığım bir his var içimde:
Sanki o taş spiraller, yalnızca şekil değil; bir davet…
Bilinmeyen bir şehre, zamanın ötesine, kaybolmuş bir hafızaya çağırıyorlar beni.

Bugün, okyanus kıyısında yürürken dalgaların getirdiği parlak, cam gibi bir taş buldum.
Üzerinde belli belirsiz çizgiler var; ama en çok dokusu etkiledi beni.
Elimdeyken bir anlığına, titreşir gibi oldu.
Bunu kimseye söylemedim.
Çünkü bazen en gerçek şeyleri bile dillendirmek, onları bir rüya gibi dağıtıyor.


28. Gün
Güneşin batışını izlerken, gözümün önünde beliren o eski kent artık daha net:
Kubbeleri yosun tutmuş saraylar…
Suyu aydınlatan kristal fenerler…
Ve sessizce konuşan, pullarla kaplı bir halk.

Onlar kendilerine “Denizin Çocukları” diyorlardı belki de.
Kavrayamadığım, ama yüreğime dokunan bir hüzün var yüzlerinde.
Belki de kendi yok oluşlarını hissetmişlerdi.
Ya da çok daha kötüsü… kendi elleriyle hazırlamışlardı.


30. Gün
Profesör hâlâ “kanıt” diyor.
Ben ise başka bir gerçeği arıyorum: Hatıraların gerçeğini.
Eğer bir tür, yalnızca taş ve metal bırakmazsa geriye; ne kalır?
Belki de rüyalar, yankılar, kolektif hafıza…

Bu gece, uyumadan önce o spirali uzun uzun izledim.
Birden zihnimde yankılandı:

“Hatırla… biz de hatırladık…”

Bir korku değil; tuhaf bir kardeşlik duygusu hissettim.
Sanki onlar da, bir zamanlar kendi geçmişlerini aramışlardı.
Ve belki de hiçbir zaman bulamamışlardı.


34. Gün
Kazı alanında, toprağın altından tuhaf bir taş levha çıktı.
Levha, sanki bilinçli şekilde kesilmiş; üzerinde geometrik çizgiler var.
Profesör bile şaşırdı.
Fakat sonra “doğal açıklaması vardır” dedi.
Ben sustum…
Çünkü bazen en doğru sorular, cevaplardan daha kıymetlidir.

O gece, rüyamda levhanın üzerinde deniz yaratıklarına benzeyen figürler gördüm:
Birbirine sarılmış, gözleri göğe bakan varlıklar…
Ve ortalarında alev gibi kıvranan bir spiral.
Uyandığımda kalbim deli gibi çarpıyordu.


40. Gün
Geri dönüş hazırlıkları başladı.
Profesör, bulduklarımızı “ilginç, ama yeterince ikna edici değil” diye yazdı rapora.
Ama ben biliyorum:
Bazen hakikat, taşlarda değil; taşların suskunluğunda saklıdır.

Son gece, kıyıya indim ve o parlak taşı dalgaların altına bıraktım.
Sanki onlara veda ediyordum.
Bir rüzgâr esti; suların üzerinden yankılanan sessiz bir fısıltı duydum:

“Unutma… Biz vardık. Siz de varsınız. Ve bir gün, siz de yalnızca bir spiral olarak kalacaksınız…”


Ve Yolun Sonunda

Gemimiz limana dönerken, geride kalan rüzgârda hâlâ o melodiyi işittim:
Taşların, dalgaların ve yıldızların ortak şarkısı.
Belki bizden önce de birileri aynı soruyu sordu:

“Biz ilk miyiz?”

Ve belki bizden sonra da birileri, bizim şehirlerimizin enkazında aynı soruyu soracak.

Sonunda anladım ki, asıl sır taşlarda değil;
Sorabilme cesaretinde saklı:

Ya gerçekten vardıysak?

Ve eğer onlar gerçekten yaşadıysa…
Bizden, kendimizden geriye kalacak tek gerçek miras:
Hatırlayan bir yürek, soran bir akıl ve düş kuran bir ruh olacak.


Taşların Fısıldadığı: Silüryen Günlükleri (Devamı)

45. Gün
Dönüş yolundayken bir gece, geminin güvertesinde yalnızdım.
Gökyüzü, yıldız tozlarıyla dolu bir sonsuzluktu.
Elimi cebime attım; gitmeden önce geri bıraktığım o parlak taşın bir parçasını, farkında olmadan yanımda getirmişim.
Avucumun içinde usulca titreşti; sanki bir kalbin atışı gibi…
Ve o anda, zihnimde yankılanan o eski fısıltıyı tekrar duydum:

“Bizi unutma…”

O an içimi bir sızı kapladı; hem kaybolan bir dostun hüznü, hem de onunla kurduğum kadim bir bağın sıcaklığı.


50. Gün
Şehre döndüm.
Ama aklım hâlâ o taş spirallerde, yosun tutmuş sütunlarda ve geceleri rüyama giren o kayıp şehirde.
Sokaklar, gürültü ve ışıkla doluyken bile, içimde sessiz bir çağrı sürüyor:

“Geri dön…”

Arkadaşlarım “unut” diyor.
Ama ben biliyorum; bazı izler, sadece taşta değil; insanın ruhunda da kazınır.


54. Gün
Bir gece, uyandım.
Yastığımın altına koyduğum taş parçası sıcaklaşmış gibiydi.
Ve gözlerimi kapatınca, o kayıp kentin kıyılarında yürüdüğümü gördüm:
Sular, kristal gibi parlarken, denizin içinden yükselen ışıklı kuleler…
Ve bir zamanlar orada yaşamış, şimdi unutulmuş bir halkın yankısı.

Onlar bana bir şey anlatmak istiyor gibiydiler; ama dilleri yoktu.
Sadece spiral semboller… ve bakışlarında taşıdıkları tarifsiz bir acı.


60. Gün
Arşivlerde eski belgeleri incelerken, 1924’te kaybolan bir denizci ekibinin notlarına rastladım.
Onlar da aynı bölgede, taş levhalar ve spiraller görmüşler.
Notlarda şu cümle vardı:

“Taşlar konuşur, ama duymak cesaret ister.”

Kalbim hızla çarptı; belki de bizden önce de birileri bu sırrın peşine düşmüştü.
Ve belki de bir gün, birileri de benim izimi sürecek.


65. Gün
Geceleri artık daha sık rüya görüyorum:
Dalgaların altında, mercan sütunların gölgesinde yürüyen zeki varlıklar…
Gözleri, insan gözünden farklı; ama tuhaf bir bilgelik taşıyor.
Ve hep aynı yere gidiyorlar:
Bir taş tapınağın kalbine, dev bir spiral oymaya.

Uyandığımda, rüyanın ayrıntılarını hatırlamaya çalışıyorum.
Çünkü hissediyorum: Bu sadece bir düş değil; belki de unutulmuş bir hatıra, bana aktarılıyor.


70. Gün
Artık eminim:
Onlar bir zamanlar gerçekten vardı.
Yıldızları haritalayan, okyanus akıntılarını çözen, belki de bizden daha ileri bir uygarlık…
Ama bir hata yaptılar.
Belki doğaya karşı geldiler, belki de birbirleriyle savaştılar.
Sonunda sular yükseldi, şehirleri yuttu ve hatıraları taşlara kazındı.

Ve taşlar bile zamanla susmayı öğrendi.
Ta ki birileri yeniden sormaya cesaret edene kadar.


75. Gün
Bir defterin son sayfasına yazıyorum şimdi:

“Belki de asıl sır; bulmak değil, sormaktır.
Onları hatırlamak, kendimizi de hatırlamaktır.
Çünkü bir gün, biz de sessiz spirallerden ibaret kalacağız.”

O taş parçasını cebimde taşımaya devam ediyorum.
Çünkü her gece, karanlığın kalbinde aynı yankıyı duyuyorum:

“Biz vardık… Siz de varsınız… Ve bir gün, siz de unutulacaksınız.
Ama hatırlayan bir yürek olduğu sürece, asla tamamen kaybolmayacağız.”

Belki bir gün, bir arkeolog daha bu satırları okur.
Ve belki o da, tıpkı benim gibi, taşların suskunluğunda yankılanan o eski soruyu duyar:

“Ya gerçekten vardıysak?”

Ve o zaman, hep birlikte şunu hatırlarız:
Zaman ne kadar acımasız olursa olsun;
Bir öyküyü hatırlayan biri oldukça, o öykü asla ölmez.


Taşların Fısıldadığı: Silüryen Günlükleri (Devamı)

80. Gün
Geceleri uykum artık daha hafif.
Taşın soğuk yüzü avucumda, nabzım gibi atıyor.
Rüyalar daha parlak, daha keskin…
Ve ben her seferinde, o kayıp şehrin derin sokaklarında yürürken buluyorum kendimi.

Kubbeleri yosun tutmuş tapınaklar, spiral sütunlarla çevrili meydanlar…
Ve o varlıklar…
Artık silüet değiller; gözleri, bakışlarındaki derin hüzün bana dokunuyor.
Sanki hatırlamamı istiyorlar.
Ve sanki, kendilerinin bile unuttuğu bir sırrı hatırlatmaya çalışıyorlar.


84. Gün
Bir gece, tapınağın merkezine vardım.
O taş spiral, bir labirent gibi iç içe dönüyordu; merkezinde bir ışık…
Birden, binlerce fısıltı yankılandı zihnimde:

“Biz de aradık.
Biz de unuttuk.
Ve hatırlamak için çok geç kaldık.”

Gözlerimi açtığımda, taşın üzerindeki çizgiler parlıyor gibiydi.
Bu bir uyarıydı belki de…
Ya da bir dua.


90. Gün
Günlük yaşama dönmek çok zor.
Kaldırım taşları, araba kornaları, ışıklar…
Hepsi sığ ve yapay geliyor.
Çünkü artık biliyorum:
Biz sadece modern şehirlerde yürüyen etten ve kemikten varlıklar değiliz; geçmişin yankılarını taşıyan sessiz tanıklarız.
Taşlarda, rüyalarda, mitlerde saklı bir hikâyenin parçasıyız.

Ve o hikâye, biz fark etmesek de bizi şekillendiriyor.


95. Gün
Bir gece, defterimi kapatmadan önce yıldızlara baktım.
Ve ilk kez fark ettim:
Belki de o spiraller, yalnızca taşlarda değil; gökyüzünde de var.
Galaksilerin şekli, dönen fırtınalar, DNA’nın sarmalı…
Sanki evrenin kendisi bir spiral.
Ve biz de onun içinde bir anlığına parlayan küçük bir ışığız.


100. Gün
Döndüğüm günden beri taşla aramda görünmez bir bağ oluştu.
Onu bazen cebimde, bazen yastığımın altında taşıyorum.
Ve her dokunduğumda, içimde yankılanan o kadim ses büyüyor:

“Hatırla… Biz vardık…”

Ve ben artık korkmuyorum.
Çünkü anladım ki:
Hatırlamak, sadece geçmişe sadakat değil; kendine sadakattir.
Ve belki de bir gün, biz de kaybolduğumuzda; hatırlayan biri oldukça, tamamen yok olmayacağız.


Bir Veda Değil, Bir Dua

Şimdi bu satırları yazarken, taş hâlâ elimin altında.
Artık biliyorum:
Onların öyküsü, bizim öykümüz.
Yükselmenin, düşmenin, unutuşun ve hatırlayışın döngüsü…
Ve belki de asıl mucize, bu döngüyü görebilmekte saklı.

O kayıp kente, o bilinmez zamana bir fısıltı bırakıyorum:

“Sizi unutmuyoruz.
Ve bir gün, bizi de unutmayan birileri olacak.”

Taş susuyor…
Ama sessizliği bile, yüzyılları aşan bir şarkı gibi yankılanıyor.




Post a Comment

Daha yeni Daha eski