İsrail Hayom Gazetesi’nin “Türkiye Korkusu”: Tarihin Gölgesinden Yükselen Endişe

 



İsrail Hayom Gazetesi’nin “Türkiye Korkusu”: Tarihin Gölgesinden Yükselen Endişe

Dünyanın kadim coğrafyasında, denizlerin ve çöl rüzgârlarının birbirine dokunduğu bir yerde; güç dengelerinin, ittifakların ve sessiz çekişmelerin yankıları zamanın derin koridorlarında dolaşır. İsrail’in en çok okunan gazetelerinden biri olan Israel Hayom’un sayfalarında dile gelen “Türkiye korkusu”, işte bu tarihsel yankıların modern zamandaki yansımasıdır.

Tarihten bugüne: Doğu Akdeniz’in derin hafızası

Türkiye, yalnızca bir kara parçası ya da modern bir devlet değil; imparatorluklardan süzülüp gelen bir hafızadır. Osmanlı mirasının hatırası hâlâ Kudüs’ün taş sokaklarında, Akdeniz’in dalgalarında ve Balkanların vadilerinde yankılanır. Bugün Ankara’nın dış politikada attığı her adım, sadece bugünün değil, geçmişin de yüklediği bir anlam taşır.

İşte tam da bu sebeple, Israel Hayom’un köşe yazarları ve analizleri, Türkiye’nin bölgedeki aktif rolünü “kaygı verici” olarak nitelendirir. Çünkü bu korku, diplomatik hamlelerin ötesinde, derin bir jeopolitik sezginin ve tarihi bir hafızanın ifadesidir.

Korkunun asıl kaynağı: Değişen dengeler

Türkiye, son yıllarda Doğu Akdeniz’den Afrika’ya, Orta Doğu’dan Kafkasya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada etkinlik göstermektedir. Gazetenin bakış açısına göre; Türkiye’nin Libya’da, Suriye’de ve özellikle Filistin meselesinde artan ağırlığı, İsrail için bir “denge bozucu” nitelik taşır.

Gazete, Ankara’nın Filistin davasına verdiği desteği, uluslararası kamuoyunda İsrail’in diplomatik manevra alanını daraltacak bir gelişme olarak görür. Aynı zamanda, Türkiye’nin savunma sanayiindeki atılımlarını, Akdeniz’deki enerji arayışlarını ve bölgesel ittifak arayışlarını da dikkatle izler. Çünkü bu tablo, Tel Aviv’in stratejik hesaplarında Türkiye’yi “izlenmesi gereken bir güç” konumuna taşır.

Güçlü fikir: Korku, yalnızca tehditten doğmaz

Şunu görmek gerekir ki; Israel Hayom’un sayfalarına düşen bu korku, yalnızca olası bir tehdidin değil, Türkiye’nin diplomatik, ekonomik ve askeri alanda yeniden yükselme potansiyelinin de bir kabulüdür. Bu, bir anlamda Ankara’nın uluslararası arenada yeniden hatırlatmaya çalıştığı bir gerçeğin –“Biz buradayız ve bu coğrafyada sözümüz var”– karşı cephede doğurduğu bir tedirginliktir.

İleri görüş: Yeni yüzyılda kaçınılmaz diyalog

Resmi bir dille ifade etmek gerekirse; İsrail ile Türkiye arasındaki gerilim, salt korkudan beslenen bir çatışma değildir. Tarih göstermiştir ki, aynı coğrafyada yüzyıllar boyunca kader ortaklığı yapmış iki halkın yolları, bazen çatışsa da bir noktada yeniden kesişir. Diplomasi, bazen en sert endişeleri bile diyalog masasında yumuşatacak kadar ince bir sanattır.

Türkiye’nin yükselişine dair bu korku, aynı zamanda İsrail’in de kendi stratejik pozisyonunu yeniden tanımlama zorunluluğunu hatırlatır. Gelecek, karşılıklı saygı ve çıkar dengesi üzerine inşa edilecek yeni bir Akdeniz jeopolitiğini doğurabilir.



Korkular, çoğu zaman gerçeklerin gölgesinde doğar. Türkiye’nin yükselişi bir tehdidin ötesinde, tarihin hatırlattığı bir gerçektir: Bu coğrafyada kimse, diğerini yok sayarak güçlü kalamaz.


“Türkiye Yeni İran mı?”: İsrail Hayom’un Söylemi Üzerine Derin Bir Bakış

Bazen bir gazetenin manşeti, yalnızca bir haber değil; bir zihniyetin, bir korkunun ve bir stratejinin aynası olur. İsrail’in en çok okunan gazetelerinden Israel Hayom’un “Türkiye yeni İran mı oluyor?” sorusu da, işte tam olarak böyle bir aynadır: Geçmişin gölgesinde şekillenen bir endişenin, bugünün satırlarına dökülmüş hâlidir.

Tarihsel hafızanın gölgesinde

Türkiye ve İran, yüzyıllardır Ortadoğu’nun kaderine yön veren iki kadim güç… Ancak yolları daima dostluktan çok, rekabetle örülmüştür. İran, İslam Devrimi’nden sonra Batı için “asi bir güç” olarak tanımlanırken; Türkiye, uzun yıllar NATO’nun sadık müttefiki, Batı’nın ileri karakolu olarak görüldü.

Fakat son yıllarda, Ankara’nın daha bağımsız, daha iddialı ve bölgesel liderliği önceleyen dış politikası; İsrail medyasında, özellikle de Israel Hayom gibi muhafazakâr ve güvenlik eksenli bakış açısına sahip yayınlarda, Türkiye’yi “yeni bir tehdit” olarak okuma eğilimini güçlendirdi.

Neden “yeni İran” benzetmesi?

Bu benzetmenin ardında yatan temel kaygı, Türkiye’nin askeri kapasitesini artırması, Filistin meselesine verdiği güçlü siyasi destek ve İsrail’in bölgesel planlarını dengeleyecek yeni ittifaklar kurma çabasıdır.

Israel Hayom’a göre; Ankara’nın Gazze, Katar ve daha geniş anlamda İslam dünyasıyla geliştirdiği ilişkiler, İsrail’in güvenlik paradigmasında İran’dan sonra yeni bir “denge bozucu” olarak görülüyor.
Ancak burada bir fark var: Türkiye, Şii eksenine liderlik etmiyor; Sünni dünyada, özellikle Arap halklarının nezdinde güçlü bir cazibe merkezi hâline geliyor. Bu durum, İsrail açısından belki de daha derin bir stratejik sorun olarak okunuyor.

Bu benzetme gerçeği yansıtıyor mu?

Resmi ve profesyonel bir gözle değerlendirdiğimizde; Türkiye ile İran’ın jeopolitik vizyonları ve uluslararası sistemle ilişkileri çok farklıdır. Türkiye, NATO üyesidir; Batı ile ticaret ve diplomasi kanalları güçlüdür. İran ise devrim sonrası modelini Batı karşıtlığı üzerine inşa etmiştir.

Bu yüzden “Türkiye yeni İran’dır” demek, analitik olarak yüzeysel kalır. Ancak Israel Hayom’un kaygısını anlamak mümkündür: Ankara’nın kendi bağımsız jeopolitik yolunu çizmesi, İsrail’in güvenlik stratejisini yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılıyor.

İleri görüş: Yeni denklem, yeni diyalog

Bugünün Ortadoğu’su; 20. yüzyılın katı bloklarından değil, çok merkezli bir güç dengesi anlayışından doğuyor. Türkiye’nin yükselişi, İsrail için sadece bir tehdit değil, aynı zamanda yeni bir diyalog ve denge fırsatıdır.

Çünkü tarih bize gösterir ki, bu coğrafyada hiçbir güç tek başına uzun süre hüküm süremez. Güç dengeleri, kaçınılmaz olarak yeni diyalog zeminlerini beraberinde getirir. Ankara ve Tel Aviv’in yolları, belki karşı karşıya; belki de diplomasi masasında yan yana gelecektir.



Korku, çoğu zaman karşıdaki gücün potansiyelini kabul etmenin bir başka adıdır. Türkiye’nin “yeni İran” olduğu iddiası, Ankara’nın bölgesel bir denge unsuru hâline geldiğinin İsrail medyasındaki itirafıdır.


**İsrail Türkiye’ye saldırmak mı istiyor?

Akkuyu Nükleer Santrali neden rahatsızlık kaynağı?**

Bazen bir ülkenin inşa ettiği bir santral, bir diğerinin gözünde sadece bir enerji projesi olarak kalmaz; bir stratejik güç gösterisi, hatta bir meydan okuma olarak görülür. Akdeniz’in maviliğine komşu Akkuyu Nükleer Santrali de işte tam bu yüzden, yalnızca Türkiye’nin elektrik üretim planlarının değil; bölgesel dengelerin ve güvenlik kaygılarının da kalbine yerleşmiş durumda.

Peki, İsrail Türkiye’ye saldırmak mı istiyor sorusu neden zaman zaman gündeme geliyor? Ve Akkuyu neden bu kadar rahatsızlık doğuruyor? Cevap, tek boyutlu değil; tarihten jeopolitiğe, enerjiden güvenliğe kadar uzanan çok katmanlı bir denklemde saklı.


Akkuyu: Enerjiden daha fazlası

Türkiye, enerjide dışa bağımlılığı azaltmayı ulusal stratejisinin merkezine yerleştirdi. Akkuyu Nükleer Santrali de bu vizyonun en somut adımı: Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yaklaşık %10’unu tek başına karşılayacak, karbon salımını azaltacak ve aynı zamanda Türkiye’yi nükleer teknoloji sahibi ülkeler ligine taşıyacak bir proje.

Bu, yalnızca ekonomik bir yatırım değil; Türkiye’nin gelecekteki bağımsızlığına ve uluslararası arenadaki ağırlığına yapılmış stratejik bir yatırımdır. Dolayısıyla, bir santral olarak Akkuyu, aslında bir devlet politikası olarak algılanır.


İsrail’in rahatsızlığı: Güç dengesi korkusu

İsrail açısından mesele, salt enerji değil; güvenlik ve jeopolitik boyuttur. Akkuyu’yu inşa eden Rosatom’un bir Rus devlet şirketi olması, Türkiye ile Rusya arasında derinleşen stratejik ortaklık izlenimi verir. Bu ortaklık; Suriye’den Akdeniz’e, Kafkasya’dan enerji projelerine kadar uzanan geniş bir sahada, İsrail’in kendini daha yalnız hissedeceği bir tabloyu da beraberinde getirir.

Bölgesel düzeyde, nükleer enerjiyle güçlenen bir Türkiye, İsrail’in askeri ve stratejik üstünlüğünü tehdit edebilir mi? İsrail medyasında ve bazı güvenlik raporlarında dillendirilen kaygı, tam da budur: Ankara’nın “savunmadan caydırıcılığa” geçiş ihtimali ve bölgedeki denklemde yeni bir denge unsuru olması.


Peki, saldırı gerçek bir seçenek mi?

Resmi ve profesyonel bir perspektiften bakıldığında, İsrail’in doğrudan Türkiye’ye askeri bir saldırı ihtimali son derece düşük ve akıl dışıdır. Türkiye NATO üyesidir; böylesi bir saldırı, çok daha geniş bir küresel çatışmayı tetikler.

Ancak örtülü yollar, medya kampanyaları, uluslararası baskılar ve lobilerle projeyi yavaşlatmak ya da itibarsızlaştırmak gibi yöntemler; modern diplomaside sıkça başvurulan araçlardır. Dolayısıyla “saldırmak” ifadesini, fiziki bir saldırıdan ziyade; projeyi durdurmaya, zayıflatmaya yönelik çok boyutlu bir baskı stratejisi olarak düşünmek daha doğru olur.


İleri görüş: Enerji bağımsızlığı yolunda kararlılık

Akkuyu Nükleer Santrali, Türkiye’nin yalnız bugünkü enerji açığını değil; yarının teknolojik ve jeopolitik kimliğini de şekillendirecek bir yatırımdır. Bu yüzden hedefte olması şaşırtıcı değil; aksine, ne kadar stratejik olduğunun en açık kanıtıdır.

Türkiye’nin önündeki asıl sınav, bu projeyi şeffaflık, çevresel sorumluluk ve en yüksek güvenlik standartlarıyla tamamlamak ve dış baskılara rağmen ulusal enerji vizyonunu hayata geçirebilmektir.


Son söz:
Bir ülkenin nükleer santrali, sadece enerji üretmez; aynı zamanda uluslararası arenada yeni bir rol biçer. Akkuyu, tam da bu yüzden bazıları için bir korkunun, bazıları içinse bir umudun adıdır.


Post a Comment

Daha yeni Daha eski