Bir Sınırın Ötesinde: Gazze’de Gerçeğin Perdesini Aralayan Norveçli Gazeteci ve Propagandanın Sessiz Yankısı




Bir Sınırın Ötesinde: Gazze’de Gerçeğin Perdesini Aralayan Norveçli Gazeteci ve Propagandanın Sessiz Yankısı

Güneydoğu Akdeniz’in hırçın rüzgarlarında savrulan bir şerit toprak: Gazze. Bir tarafında dikenli teller, diğer yanında dalgaların dövdüğü sahiller… Ve tam bu sınırda, dünyanın geri kalanının çoğu zaman görmezden geldiği sessiz bir savaşın tanıkları: halklar.

Norveçli bir gazetecinin Gazze sınırında gerçekleştirdiği röportaj, kalbimizi sıkıştıran acı bir gerçeği, kelimelerin gücüyle su yüzüne çıkardı. Röportajda, Filistinlilerin nasıl bir propagandaya maruz bırakıldığını; buna karşılık İsrailli işgalcilerin de tarih boyunca, Arap topraklarının kendilerine “ait” olduğuna nasıl inandırıldıklarını anlatıyordu. Bu, yalnızca bir toprak davası değil; bir hafıza, bir kimlik ve bir neslin vicdanı meselesiydi.

Hakikatin Örtüsünü Kaldırmak

Savaşlar yalnızca silahlarla yapılmaz. Zihinlere atılan tohumlarla, kalplere düşen korku gölgeleriyle, dillerde dolaşan efsanelerle de sürer. Röportajda ortaya çıkan manzara tam da buydu: İsrail’de çocukluktan itibaren Arap topraklarının “atalarının mirası” olduğuna dair inşa edilen bir inanç sistemi… Bu inanç, zamanla bir ideolojiye dönüşüyor; ideoloji ise işgali meşrulaştıran bir zırh oluyor.

Gazeteci; iki halkın da insan olduğunu, aynı göğün altında nefes aldığını, ancak gerçeklerden koparıldığını bir kez daha hatırlatıyor. Gazze’de konuştuğu Filistinliler, kendilerine yalnızca yıkımı, yoksulluğu ve umutsuzluğu gösteren bir medyanın gölgesinde yaşıyor. Diğer tarafta, İsrailli gençlerin belleğine işlenen “biz haklıyız, çünkü burası bize vadedildi” söylemi; vicdanları uyutan, sorgulamayı bastıran bir ninni gibi.

Zihinlerde Kurulan Sınırlar

Toprak sınırları kadar keskin, ama görünmez sınırlar da vardır: zihinsel ve duygusal sınırlar… Bir halk, neden yıkıntılar içinde yaşamayı hak etsin? Diğeri, neden bin yıllık bir masala tutunarak işgali hak görsün? Bu sorular, ancak özgür düşünen bir zihinle sorulabilir. İşte tam bu noktada, Norveçli gazetecinin rolü çok kıymetli: Gerçekleri anlatmak, susturulmuş seslere tercüman olmak ve izleyicinin vicdanına dokunmak…

Gazetecinin notlarında şu satırlar yer alıyor:

“Burada asıl savaş, insanları körleştiren anlatılarla yapılıyor. Gerçek, propaganda duvarlarının arkasında çırpınıyor.”

Ne kadar yalın ve bir o kadar da çarpıcı…

Düşmanlık Tohumlarının Gölgesinde

Bir toplum, kuşaklar boyu “öteki”ne karşı nefretle yetiştirilirse, bu nefret, kendisine de zincir olur. Röportajdan anlaşılıyor ki İsrail’de, sadece Filistinliler değil; aynı zamanda İsrail halkının bir kısmı da gerçeğin farklı renklerini görmekten mahrum bırakılıyor. Bu da barışı imkânsız kılan kısır döngüyü besliyor.

Oysa barış, bir efsaneye değil, gerçeğe yaslanmalıdır. Çünkü toprağı vatan yapan şey; ona atalarınızın gömdüğü taşlar değil, üstünde yaşattığınız insanlıktır.

Son Söz Yerine

Bu röportaj, tarihin tozlu sayfalarından değil; yaşayan bir acının, süreğen bir adaletsizliğin tam kalbinden sesleniyor bize. Norveçli gazetecinin soruları, kameranın soğuk merceğinden öte, bir vicdan çağrısı gibi yankılanıyor:

“Bu topraklar kimin hakkı?” yerine,
“Hangi anlatılar bizi bu kadar ayırdı?” diye sormanın zamanı değil mi?

Gözlerden ırak olan, gönüllerden de ırak olmamalıdır. Çünkü hakikat, anlatılmadıkça kaybolur; propaganda ise tam da bu boşlukta güç bulur.

Ve bir gün, gerçekleri görebilme cesareti, en büyük devrim olur…



Post a Comment

Daha yeni Daha eski