Havada yağmur. Sisli bir dağ kulübesinde, gök gürültüsü arada çakan şimşeklere eşlik etmekte.
Ormanın ağaçları kuşatmış etrafı.
Yağmurdan mutlu yaprakları,
Mis gibi bir ferahlık kokuyor;
İçini kaplayan huzura ortak.
Karanlık tabii ki etraf; gözüm görmüyor birçok şeyi.
Görmeye de gerek yok, hissetmek…
Tabiatın sesini, ritmini…
Yetiyor anlamak isteyene.
Sesler var; birçok ses eşlik ediyor
Düzene, yağmurun tıkırtılı ritmine.
Aşağıdaki küçük dere, şırıltılı akarak
Eşlik ediyor.
Köpekler havlıyor;
Bazen uzanan yolun ilerisine,
Bazen orman yönüne.
Kapıyı açmamı bekliyor;
Bir samimi karşılama…
Değme keyfime, surat asan insanlardan
Daha iyi enerji bırakıyor gönlüme.
Sis Perdesinin Ötesi
Yağmurun ince bir tül gibi toprağa serildiği o akşamüstü, dar bir patikadan ilerliyordu. Her adımı, ıslak yaprakların altında kayboluyor, sessiz bir teslimiyetle ormanın kalbine doğru yol alıyordu. Hava, puslu bir rüya gibi etrafını sarmış, gerçek ile hayalin sınırlarını inceltmişti.
Yolun sonunda, zamana meydan okuyan eski bir dağ kulübesi belirdi. Çatısından süzülen sular, taş duvarlarına yaslanarak yere dökülüyordu. Gri sis, kulübenin çatısını okşayarak gökyüzüyle birleşiyor, âdeta yeryüzüyle gök arasında bir köprü kuruyordu.
Adımlarını ağırlaştırarak kapının önünde durdu. Elini tokmağa uzattığında, eski ağaç kapının soğukluğunu hissetti. Bir an durdu. Dış dünyanın gürültüsünden, zamansız telaşlardan, unutulmuş hayallerin ağırlığından arınmak için gelmişti buraya.
Bu eşikte durmak, yeni bir hayata nefes almaktı.
Kapı gıcırdayarak açıldı. İçerideki hava ağır ama dostçaydı; sanki yıllardır onun gelişini beklemişti bu odalar. Sobanın köşesinde bekleyen bir avuç odun, sessiz bir davet gibiydi. Tahta zemin, her adımında hafifçe inleyerek hoş geldin diyordu.
Üzerinde hiçbir süsü olmayan, sade ama derin bir güzellik barındıran bu yer, ona unuttuğu bir hakikati fısıldıyordu:
"Sadelik, insanın özüdür."
Küçük bir pencereye yöneldi. Camdan dışarıya baktığında, yağmur damlalarının camı usulca dövdüğünü gördü. Her damla, dünyanın nabzı gibi ritmik bir şekilde düşüyordu. Aşağıdaki küçük dere, coşkulu bir şarkı tutturmuştu. Rüzgâr, ağaçların dallarında kederli ama umut dolu bir ezgi çalıyordu.
İçini bir huzur kapladı; ne bir ses, ne bir görüntü eksikti. Burada gözle görmek değil, kalple hissetmek gerekiyordu.
Burada zaman değil, hisler hüküm sürüyordu.
Dizlerinin bağı çözülürcesine yere oturdu. Sırtını kalın kütüklerden yapılmış duvara yasladı. Derin bir nefes aldı. Göğsüne dolan havada nemin, toprağın ve yağmurun kokusu vardı.
İçinde kopan fırtınalar, bu yağmurun tıngırtısıyla yavaş yavaş dinmeye başladı.
Dışarıda bir köpek havladı.
Önce uzak, sonra yakın bir sesle...
Sanki ormanın derinliklerinden gelen bir dost sesi, ona “yalnız değilsin” diyordu.
Gülümsedi.
Biliyordu ki bu yolculuk, yalnız bir kaçış değildi.
Bu, yeniden varoluşun ilk adımıydı.
Sislerin ardında, yeni bir hayat saklıydı.
O an anladı:
Bazen görmek için gözlere değil,
duymak için kulaklara değil,
yaşamak için nefese değil,
sadece var olmaya ihtiyaç vardır.
Kulübeye kapanmadı o gece.
İçine açıldı.
Ve sessizce beklemeye başladı.
Doğanın ritmiyle bir, yağmurla kardeş, rüzgârla dost olmanın sırasını...
Rüzgârın Fısıltısı
Gece, dağın yamaçlarına koyu bir kadife gibi serildiğinde, kulübenin penceresinden dışarı bakan gözlerde artık geçmişin ağırlığı yoktu. Sanki yağmur, içindeki eski yükleri bir bir silmiş; her damlasıyla ruhunu yıkamıştı.
Sobanın içindeki ateş kıvılcımlar saçarken, dışarıdan rüzgârın ince bir ıslığı duyuldu. Bu öyle bildik bir rüzgâr değildi; bir zamanlar anlatılan efsanelerdeki gibi, eski ruhların sesini taşıyan, dağların kalbinden süzülen bir melodi gibiydi. Sanki rüzgâr, dağın sırlarını fısıldıyor, taşlara, ağaçlara, insan kalbine bir şey anlatmak istiyordu.
Dışarı çıktı. Ay yoktu, yıldız yoktu ama karanlık içinde saklı bir ışıltı vardı. O ışıltı, seslerdeydi, dokuda, toprakta, doğanın uyanık nabzında saklıydı. Ağaçlar dans ediyordu usulca, yapraklar birbirine değdikçe dualar ediliyormuş gibi bir tını çıkıyordu ortaya.
Birden fark etti…
O eski yorgunluk yoktu artık bedeninde.
Zihninde bir telaş kalmamıştı.
Sessizlik, onun için bir boşluk değil, en derin iletişim biçimiydi artık.
Ormanın içinden gelen bir çıtırtı duydu.
İrkilmedi.
Çünkü doğada her ses, bir varlığın nefesidir.
Ve bu gece, her varlık onunla aynı dili konuşuyordu.
Kulübenin önündeki köpek yine havladı. Bu defa sesinde bir sevinç vardı. Göz göze geldiklerinde, aralarında bir dil olmadan anlaşan dostluk doğdu. İkisi de yalnızlıktan gelen iki yaralıydı belki de. Ama bu ormanda, bu gece, yalnızlık bile bir bütünlük haline gelmişti.
Rüzgâr yeniden esti.
Bu kez daha güçlü.
Ve bir şey söyledi ona:
“İçindeki sessizliği dinle.
Orada gerçek sen varsın.”
O an anladı.
Kaçmamıştı.
Kaçış sandığı şey, aslında bir çağrıya cevap vermekti.
İçindeki o eski, saf, çocuk kalbine dönmenin zamanı gelmişti.
Ve bu dağ, bu kulübe, bu gece...
Hepsi o dönüş yolunun haritasıydı.
Gölün Gözleri
Sabah, dağın yamaçlarına ağır ağır doğarken, sis yerini altın renkli bir buğulu aydınlığa bıraktı. Islak toprak kokusu hâlâ havadaydı; kuşlar, yağmurun ardından doğanın yeniden nefes almasına eşlik eden ilk melodilerini söylüyordu.
O sabah, kulübeden uzaklaşmaya karar verdi. İçinde bir çekim vardı—bilinmeyen bir yön, adını bilmediği bir çağrı... Ormanın derinlerine, yosunların ve köklerin örttüğü bir patikaya doğru yürümeye başladı.
Yol boyunca, sessizliğin içindeki detaylar büyüyordu: yaprakların üstünde parlayan su damlaları, mantarların aralarında sakladığı minik hayatlar, arada bir uyanan bir cırcırböceği sesi... Her şey, sanki sadece onun için düzenlenmişti.
Bir süre sonra, ağaçların arasından mavi bir parıltı göz kırptı.
Ve orada...
Göl vardı.
Sessiz, derin, tarifsiz bir huzura sahip…
Göl, dağın kalbinde bir sır gibi yatıyor; yüzeyi, rüzgârın en hafif esintisiyle titriyor; ama her titremede bir hikâye anlatıyor gibiydi.
Suyun kenarına oturdu. Ellerini göle daldırdığında, beklenmedik bir sıcaklık hissetti. Soğuk değil, ürkütücü değil… Aksine, geçmişinden kalan bir dokunuş gibiydi.
Birden, suya yansıyan kendi suretine baktı. Ama bu yüz, sadece bugünün değil, dünlerin de izlerini taşıyordu.
Çocukluğu, kaybettikleri, unuttukları, bastırdıkları…
Bir göz açıldı suda—gerçek bir göz değil belki ama sezgiyle hissedilen türden.
Sanki göl, kendisine bakmasını değil, kendini görmesini istiyordu.
Ve o an fark etti:
Doğa sadece sığınak değil, aynı zamanda bir aynaydı.
Sen neysen, sana onu yansıtır.
Kaçtığını değil, sakladığını gösterir.
Gözleri doldu.
Ama bu gözyaşları acının değil, farkındalığın damlalarıydı.
Bazen bir gölün gözlerinde, insan en çok kendi içini görür.
Sisler İçinden Gelen
Gölün kıyısında öylece otururken zaman durmuş gibiydi. Rüzgâr susmuş, yapraklar kıpırtısız kalmıştı. Sanki orman bile nefesini tutmuş, birazdan olacak olanı bekliyordu.
Birden, gölün diğer ucunda beliren sis dalgası yoğunlaştı. Beyazlık usulca kıyıya yürüyen bir varlık gibi ilerliyordu. İlk başta gözle seçilemeyen bu silüet, adım adım yaklaştıkça biçim kazanmaya başladı. Ne bir kadın ne de bir erkek… Zamandan ve cinsiyetten azade, yaşlı ama güçlü bir bilgelik taşıyordu bedeninde.
Adımları gölün yüzeyine değmeden ilerliyor gibiydi. Her adımında su, bir halkayla karşılık veriyor; ama ardından yeniden duruluyordu.
Sessizliğin içinden bir ses yükseldi, ama ağızdan çıkmamıştı. Sanki zihninde yankılanan bir düşünceydi bu:
“Hoş geldin… Seni bekliyorduk.”
Donup kalmıştı. Konuşamıyor ama kaçmak da istemiyordu. Bu varlıkta bir tehdit yoktu—yalnızca derin, eski, unutulmuş bir tanıdıklık.
Varlık yaklaştı, gölün kenarına onun karşısına oturdu. Bakışları delip geçmiyor, aksine sarıp sarmalıyordu. Sonra usulca elini uzattı; bir yaprak verdi. Yaprağın üstünde incecik bir yazı vardı:
“Hatırlamak, yeniden doğmaktır.”
O an anladı: bu bir misafirlik değil, bir dönüş yolculuğuydu.
O kulübe, o yağmur, o sis… Hepsi bu buluşmaya hazırlıkmış.
Bu göl, geçmişin aynası; bu varlık ise zamanın taşıyıcısıydı.
Varlık son kez konuştu:
“Artık seçim senin. Ya kalbini dinleyeceksin…
Ya da yine eski yolların yükünü sırtlayacaksın.”
Sonra rüzgâr yeniden esmeye başladı. Sis çözülmeye yüz tuttu. Varlık usulca uzaklaştı ve göl yeniden yalnız kaldı. Ama artık o, aynı insan değildi.
Bir karar almıştı.
Bu dağdan ayrılmadan önce, kendini yeniden yazacaktı.
Küllerden Doğan
Ormana dönüş yolu, geldiği yoldan farklıydı bu kez. Aynı ağaçlar, aynı taşlar, aynı gökyüzü altındaydı ama sanki her şey daha canlıydı şimdi.
Ya da belki, kendi bakışı değişmişti artık.
Ayaklarının altındaki toprağın, ağaçların arasından sızan güneşin farkındaydı her adımda.
Dönüş, bir kaçış değil; bir kabul yolculuğuydu.
Geçmişin ağırlığı hâlâ omuzlarındaydı ama bu kez yük değil, birer öğretmendi taşıdıkları.
Kulübeye vardığında kapının önünde bekleyen köpek, kuyruğunu sallayarak yaklaştı.
Hiçbir söz söylenmedi, ama her şey anlaşıldı.
Köpek, doğanın içtenliğini taşıyordu: yargılamadan, talep etmeden, yalnızca var olarak.
İçeri girdi.
Sobaya birkaç odun attı.
Isı, yavaş yavaş çatlamış duvarlara dokunmaya başladı.
Sonra masasının başına geçti.
Orada duran eski defteri açtı.
Tozlu sayfalar, yeniden hayat bulacak hikâyeler için hazırdı artık.
İlk cümleyi yazmadan önce bir an durdu.
Derin bir nefes aldı.
O an, içeride bir şey yandı.
Yıllar boyunca susturulan bir ses, yeniden canlandı.
Küllerinden doğan bir niyetle kalemi kâğıda dokundurdu:
“Ben artık susmayacağım.”
Bu sadece bir yazı değildi.
Bu, kendini tanımanın, affetmenin, yeniden kurmanın bir ilânıydı.
Kulübenin dışındaki sis yavaşça çekildiğinde, içeride bir başka sis dağılıyordu—kalbindeki.
Ve o an, içinden bir ses şöyle dedi:
“Her son, bir başlangıcın fısıltısıdır.”
Zamanın Mührü
Sobanın çıtırtıları eşliğinde deftere dökülen kelimeler, sadece bir insanın iç dünyasını değil, evrenin sessizliğe gömdüğü kadim yankıları da dile getiriyordu. Her kelime bir iz, her cümle bir anahtardı.
Sayfaları çevirirken, defterin sonuna doğru sıkışmış sararmış bir mektup gözüne çarptı.
Kenarları yıpranmış, mürekkebi solmuştu.
Ama üzerinde dikkatlice çizilmiş bir mühür vardı:
Bir dağ, bir yıldız ve etrafını çevreleyen sonsuzluk işareti…
Titreyen ellerle açtı.
Mektubun dili eskiceydi, ama taşıdığı duygu ilk günkü kadar taze:
“Ey bu satırları bulacak olan,
Yalnızlıkla kutsanmış bu dağ evine adım atan her ruh, kendinden önce gelenlerin ayak izlerine basar.
Bizler, suskunluğun kardeşliğini kuranlarız.
Her biri buraya bir yükle gelir, her biri buharlı camlara adını yazıp gider.
Eğer bu satırları okuyorsan, artık sen de bizdensin.
Sırrımız, doğanın döngüsünde saklıdır.
Unutma: Sessizlik, cevabın kendisidir.”
Okudukça bir şeyler yerli yerine oturmaya başladı.
Bu kulübe sadece rastgele bir sığınak değildi.
Burası, içe yolculuk yapanların kadim duraklarından biriydi.
Kütüphanenin tozlu raflarında bulduğu eski bir harita parçası da bunu doğruluyordu.
Haritanın üstünde üç nokta:
Kulübe, Göl, ve mektubun mührünü taşıyan “Yankı Vadisi”.
İçindeki merak, korkudan baskındı artık.
Yankı Vadisi…
Orada ne vardı?
Kimlerin sesi yankılanıyordu hâlâ?
Mektubu deftere yerleştirdi.
Bir çanta hazırladı.
Köpek onu kapıda bekliyordu yine.
Bu kez yalnız değildi.
Yanında, zamanın taşıyıcısı olan o eski sözler vardı.
Yolculuk yeniden başlamıştı.
Yankı Vadisi'nde İlk Gece
Akşam serinliği, dağ yollarına sessiz bir sükûnet serpiştiriyordu.
Çam ağaçlarının arasından süzülen yol, gitgide daralıyor; adımlar daha dikkatli, nefesler daha derin alınıyordu.
Köpek, sahibinin bir adım önünde ilerliyor, sanki yolu daha önceden biliyor gibiydi.
Öyle ya, bazı yerler sezgilerle bulunurdu, haritalarla değil.
Vadinin girişine vardıklarında hava ağırlaştı.
Toprak kokusu, ıslak yaprakların ve yosunların rayihasıyla karışmış, eski zamanlardan kalma bir büyü gibi havayı kaplamıştı.
İlk adımı attığında, etrafındaki sessizlik ürkütücü bir şekilde değişti.
Burada rüzgârın bile dili vardı; hafifçe esiyor, sonra kelimelere dönüşen fısıltılar taşıyordu.
Adeta vadi, kendi geçmişini anlatıyordu ona.
Çadırını küçük bir açıklığa kurdu.
Sobadan arta kalan eski battaniyeye sarınarak gökyüzünü seyre daldı.
Ay, ince bir hilaldi; utangaç bir çocuk gibi bulutların ardına saklanıyordu.
Yıldızlar ise vadinin karanlığında daha parlak, daha canlı görünüyordu.
Birdenbire derin bir ses yankılandı vadi boyunca.
Bir uğultu, bir ezgi...
Ne rüzgârın sesi, ne de uzaktan gelen bir hayvanın uğultusuydu bu.
Başka bir şeydi.
Toprağın derinliklerinden gelen eski bir anı gibi.
Kalbi korkuyla değil, bir çeşit merhametle doldu o an.
Çünkü bu ses, kaybolmuş ruhların şarkısıydı.
Dizlerini karnına çekerek battaniyeye daha sıkı sarıldı.
Kulaklarını kapatmadı.
Çünkü biliyordu:
Bu seslerden korkulmazdı.
Bu sesler, sadece unutulanı hatırlatırdı.
Gözleri ağırlaşırken, içinden geçen son düşünce şuydu:
"Belki de herkes bir gün kendi yankısıyla yüzleşmek zorundadır..."
Ve gece, onu sessizce kucakladı. Devamını oku.🤔
Yorum Gönder