SUSKUNLUKTA BOĞULAN BİR ÇIĞLIK: MİSK EL-MEDHUN’UN GÖLGESİNDEKİ GAZZE
Hayatın kıyısında, vicdanın eşiğinde bir hikâye…
Gazze’nin Şeyh Rıdvan semtinde zaman durmuş durumda. Toprağa sinmiş barut kokusu, gökyüzünde süzülen sessizlik, çocuk kahkahalarının yerini alan ölümcül bir sessizlik var artık. Ve bu sessizliğin ortasında, yaşamın en masum hali olan bir çocuk—altı yaşındaki Misk El-Medhun—gözlerini hayata yorgun, bitkin ve umutsuz bakıyor. O, ağlayamıyor bile. Çünkü ağlamaya enerjisi kalmamış. Çünkü bir çocuğun gözyaşları bile artık lüks sayılıyor bu kuşatılmış coğrafyada.
Misk, beyin atrofisiyle doğmuştu. Zaten zorluklarla yoğrulmuş bir hayata adım atmıştı. Fakat hiç kimse, onun kırılgan bedeninin bir gün açlığın pençesinde sessizce çürümeye terk edileceğini hayal edemezdi. Bugün yalnızca 4 kilo... Evet, dört. Tıpkı bir çantanın ağırlığı, bir ekmeğin toplu alımı gibi düşünülüp geçilebilecek bir sayı. Ama bu sayı, artık bir canın hikâyesi. Sayı değil, ağırlığıyla çığlık atan bir ömrün sembolü.
Bu savaş yalnızca binaları yıkmıyor. Bu savaş yalnızca yolları, okulları, camileri yerle bir etmiyor. Bu savaş, doğrudan hayata yöneltilmiş. Bebeklere, hasta çocuklara, yaşlılara... Bir insanın nefes alma hakkını, doyması gereken bir lokma ekmeği bile hedef alan bir savaş bu. Misk, modern çağın gözü önünde yavaş yavaş silinen bir hayatın adı artık. İsrail’in soykırım siyaseti, yalnızca fiziksel yok etmeye değil; ruhları da yok saymaya ant içmiş gibi.
İşte Misk’in öyküsü burada başlar: Dünya kamuoyu başka gündemlere saplanmışken, büyük salonlarda diplomatik kelimeler tartışılırken, dev medya kuruluşları görmezden gelirken… O sessizce ölüyor. Ve onun ölümüne yol açan şey yalnızca bombalar değil; aynı zamanda ilgisizlik, duyarsızlık ve vicdansızlığın da sessiz iş birliği.
Misk bir sembol değil. O, “bu kadar çocuk öldü” cümlesinin içinde kaybolup gidecek bir istatistik değil. O, soluk bir sabahın loş ışığında annesinin memesine uzanamayacak kadar zayıf düşmüş bir bedenin, insanlık vicdanına yönelttiği keskin bir sorudur:
“Ben neden doyamadım?”
Bu sorunun yanıtı yoktur. Çünkü yanıtını verecek yürek kalmamıştır.
Bugün Gazze’de çocuklar yiyecek değil, yaşam arıyor. Oksijen gibi azalan huzuru, bir bardak temiz suyu, bir avuç pirinci, biraz un ve birazcık güvenliği. Bunlar artık bir çocuğun hayal dünyasının değil, hayatta kalma savaşının parçaları.
Ve belki de en acı olanı şu: Misk, belki de hiçbir zaman barışı tanımayacak. Onun gözlerinde gökyüzü mavi değil, gri. Güneş ısıtmaz, yakar. Sessizlik huzur değil, ölümün ayak sesidir.
Birleşmiş Milletler sustu. İnsan hakları örgütleri kararsız. Devletler kendi menfaat telaşında. Ama bu kararsızlığın bedelini kim ödüyor?
Misk.
Onun gibi binlerce Misk.
Misk’in öyküsünü duyun. Çünkü bir gün suskunluk sizi de yakalayabilir. Bir gün sizin çocuğunuzun adı da bir istatistik olabilir.
Dünya bu karanlık çukurdan çıkmak istiyorsa, önce çocukların gözlerine bakmayı öğrenmeli. Gözyaşını görmeli, açlığı hissetmeli, suskunluğu duymalı.
Ve her şeyden önce, bir çocuğun ölüme bu kadar yakın olmasına asla izin vermemeli.
Misk’in sesi olalım. O konuşamıyor ama biz konuşabiliriz.
Çünkü insanlık, konuştuğu kadar insandır. Ve sustuğu kadar suç ortağı.