– Bir fark edişin yükü üzerine –
Bazen soruyorum kendime, gecenin en sessiz yerinde, yıldızlar bile susarken:
Ne olurdu yani, fark etmeseydim?
Gözlerinde saklanan hüzünleri…
Kırılmış kelimelerin arasına sıkışmış çığlıkları…
Bir tebessümün ardına gizlenmiş fırtınaları…
Ne olurdu yani, başkaları gibi yürüseydim yolumu?
Duyarsızca, görmeden, bilmeden…
Başkasının acısına gözlerimi kapatsaydım,
Bahar çiçeklerinin açtığını bile fark etmeden geçip gitseydim…
Ama işte ben, anladım.
Bir çocuk ağladığında annesizliğini,
Bir yaşlının suskunluğundaki yalnızlığı,
Bir kuşun ötüşündeki feryadı…
Anlamak…
Kimi zaman bir lanettir bu dünyada.
Kalbini açık tutmanın bedeli vardır.
Çünkü her acıyı, biraz da kendi yüreğinde duyarsın.
Ve dünya, o ağır yükünü senin omuzlarına bırakır bazen…
“Sen fark ettin, o halde sen taşı” der gibi…
Ama yine de soruyorum kendime:
Ne olurdu yani, fark etmeseydim?
Daha mı huzurlu olurdum?
Daha mı az incinirdim?
Yoksa sadece daha az insan olur muydum?
Belki de mesele, huzurla değil, anlamla ilgilidir.
Gördükçe, anladıkça büyür insan.
Ve evet, bu büyüme sancılıdır.
Ama çiçek de toprağı yırtarak çıkar ışığa.
Fark etmek…
İçimizde açan bir tür çiçektir.
Kendimize rağmen, sessizce…
Bahar çiçekleri dikkatimi çektiği için utanmıyorum.
Bir damla gözyaşını gördüğümde durduğum için de…
Çünkü insan olmak, tam da budur.
Görmek… Duyumsamak… Duygularda yankılanmak…
Ve şimdi biliyorum:
Fark ettiğim için yorgunum belki ama,
Fark ettiğim için tamım.
Eksilmedim, çoğaldım.
Yandım ama ışığım arttı.
Ne olurdu yani, anlamasaydım?
Ben olmazdım.
Ve bu dünya, bir insan eksik olurdu.
Görenin Hikâyesi: Fark Etmenin Yalnız Işığı
Bir sabah düşünün…
Soğuk ama içinde baharın fısıltısını taşıyan bir sabah.
Güneş daha tam doğmamış, toprağın üzerinde sabırla bekliyor.
Sessizlik hâkim ama dikkatli bir kalp, bu sessizlikte çarpan bir yüreği işitebilir.
İşte o sabah Arda yürüyordu…
Herkesin aceleyle geçtiği, çiçeklerin bile unutulduğu bir yoldan.
Kalbiyle bakan, gözleriyle gören biriydi o.
Yorgundu ama içinde bir ışık vardı: Farkındalık.
Çünkü o, başkalarının gözlerindeki hüznü fark edenlerdendi.
Sıradan bir bakışta gizlenen fırtınaları, bir tebessümün ardına saklanan çığlıkları görenlerdendi.
O sabah da gördü…
Bir ağacın dibine çökmüş yaşlı bir adamı.
Yüzü elleriyle örtülü, omuzları yılgın, gözleri uzaklara takılmıştı.
Kimse görmedi onu.
Kimse durmadı.
Ama Arda durdu.
“İyi misiniz?” dedi.
Ve o cümle, görünmeyeni görünür kıldı.
Yaşlı adam başını kaldırdı, gözlerinde yılların suskunluğu vardı.
“Kimse sormadı evladım,” dedi.
“Uzun zamandır kimse sormadı…”
İşte o an Arda anladı:
Fark etmek, sadece görmek değildir.
Fark etmek, dokunmaktır.
İçimizde bir başka yüreğin izini taşımaktır.
Ve bazen… bu iz, bizimkinden daha ağırdır.
Ne olurdu yani, anlamasaydı?
Belki daha huzurlu olurdu.
Belki yüreği daha az yanardı.
Ama işte o zaman insan olmazdı.
Çünkü insan, bir başkasının acısını kendi kalbine alabilen varlıktır.
Ve bu dünya, böyle insanların omuzlarında ayakta kalır.
Arda, o sabah bir ışık taşıdı içinden geçerek.
Yandıkça parladı.
Parladıkça bir başkasını aydınlattı.
Ve anladı:
Fark etmek bir yük değil;
Bir lütuf, bir sorumluluk ve en çok da insan kalabilme mücadelesidir.
Yorum Gönder