Zaman zaman hayat, üstümüze kapanan ağır bir kapı gibi gelir. Günlük sorumluluklar, tekrar eden döngüler, kaçınılmaz acılar ve değişmez zorluklar; hepsi birer tuğla gibi yığılır üzerimize. İçinde bulunduğumuz odanın havası gittikçe azalır. Soluklanmak zorlaşır. Düşünceler ağırlaşır. Ruh yorulur.
İşte tam da bu anlarda, içimizde bir şey harekete geçer. Kaçarız. Ama bu kaçış, korkaklıktan değil; yaşamı yeniden duyumsama ihtiyacındandır. Rüyalara sığınırız. Hayal kurarız. Çünkü hayaller, havasız kalan ruhumuzun açtığı pencerelerdir.
Bir çocuk gibi yıldızlara bakarız yeniden. Geçmişin yaralarını değil, geleceğin ihtimallerini düşünürüz. Belki uzak bir sahil kasabasında bir sabah yürüyüşünü düşleriz. Belki sadece sevdiğimiz biriyle kahve içtiğimiz o anı... Kimi zaman bu hayaller büyük olur; dünyayı gezmek, bir kitap yazmak, bir projeyi hayata geçirmek gibi. Kimi zaman küçücük olur; sessiz bir öğleden sonra, ya da bir kuşun ötüşü kadar sade…
Ama her biri bir pencere açar. İçeriye nefes dolmaya başlar. İçimiz serinler. Bakışımız berraklaşır.
Ve sonra geri döneriz. Yenilenmiş, tazelenmiş ve daha güçlü bir şekilde. Çünkü artık biliriz: Değişmeyen zorluklara karşı koymanın tek yolu, içimizde yeni yollar çizebilmektir. Hayaller, bize yönümüzü gösteren içsel pusulalardır. Sadece kaçmak için değil, yeniden başlamak için de hayal kurarız.
Hayaller, umutsuzluğa karşı insan ruhunun isyanıdır.
O nedenle hayal kurmaktan vazgeçmeyin. Hangi yaşta olursanız olun, hangi yükün altındaysanız olun... Her zaman bir pencere açabilirsiniz. Belki küçük, belki büyük... Ama unutmayın: Her pencere, nefesin yoludur.
Pencerenin Ardındaki Işık
Deniz, sabahları hep aynı saate uyanırdı.
Bir çalar saat gerekmezdi ona; çünkü içindeki sıkıntı, her sabah aynı zamanda çalardı.
Küçük, eski bir apartman dairesinde yaşıyordu. Pencereleri dar, duvarları kalın, odaları sessizdi. Ve en kötüsü, içeriye hava girmiyordu sanki.
Bir gün daha başlıyordu. Aynı adımlarla banyoya, aynı yudumlarla kahveye… Aynı ekran, aynı sessizlik, aynı hayat.
İşini seviyormuş gibi yapardı. Gülümsüyormuş gibi yapardı. Yaşıyormuş gibi…
Ama aslında nefessizdi.
Bir akşam, güneş batarken, odanın içindeki ışık sanki bir an durdu.
Toz zerreleri havada asılı kaldı.
Deniz pencerenin önüne gitti.
Elleriyle camı itti.
Açılmadı.
Sanki pencere bile alışmıştı kapalı kalmaya.
O an, bir anı düştü zihnine.
Çocukken deniz kenarında yürüdüğü bir sabah…
Kumlara çıplak ayakla bastığı, martı seslerinin onu çağırdığı o an…
Burnuna tuz kokusu geldi. Ama odasında deniz yoktu.
Yalnızca hayal vardı.
Ve işte o hayal, pencereyi araladı.
Ertesi sabah, ilk defa işe gitmedi.
Küçük bir sırt çantası hazırladı.
Bir kitap, bir not defteri, bir de çocukluğundan kalma siyah-beyaz bir fotoğraf…
Tren garına gitti.
Hiç bilmediği bir yere bilet aldı.
Pencereden dışarıyı izledi tren yol alırken. İçine ilk kez temiz hava dolduğunu hissetti.
Deniz, kaçmıyordu artık.
Kaçmak başka bir şeydi. Bu, geri dönmekti.
Kendine.
Gerçekliğe.
Nefese.
Yıllar sonra, kendi kasabasında küçük bir atölye açtı.
Adını “Pencere” koydu.
Kapısının üstüne ise şu cümleyi yazdı:
"Hayaller, havasız odalara açılan pencerelerdir."
Oraya gelen her insan, kendine bir pencere açmayı öğrendi.
Çünkü herkesin içinde nefessiz bir oda vardı.
Ve herkesin içinde, bir pencere arayan bir hayal…
Yorum Gönder