Katar’ın çölde yükselen teknoloji vadisinde güneş, yavaşça dev bir cam kubbenin ardında parıldarken Layla sabah duasını yeni bitirmişti. Beyaz başörtüsü rüzgârda hafifçe dalgalanıyor, elindeki dizüstü bilgisayar çip gibi ince, ama bir şehir kadar güçlüydü.
Layla, Doha Teknoloji Üniversitesi’nin yapay zekâ araştırma merkezinde çalışan genç bir mühendisti. Fakat onu diğerlerinden ayıran şey teknik bilgisi değil; gördüğü düşlerdi. O, makinelerin sadece düşünmesini değil, hissetmesini istiyordu. Çünkü ona göre bir çipin değeri, insan kalbine ne kadar yaklaşabildiğiyle ölçülürdü.
Aynı kampüste, bir başka kıtada eğitim alıp ülkesine dönen Zayed de vardı. Suudi Arabistan’ın Neom projesinde danışmandı ama kısa bir süreliğine Katar’da, ortak bir proje için bulunuyordu: Bölgenin ilk yapay zekâ destekli şehir güvenlik ağı kurulacaktı. Çipler, gökyüzündeki uydularla konuşacak, trafiği yönetecek, kriz anında karar verecek, hatta sel veya kum fırtınalarını tahmin edip şehir halkını koruyacaktı.
Layla ve Zayed’in yolları bir veri merkezinin giriş kapısında kesişti. Layla, yeni geliştirdiği "anlam katmanı" algoritmasını test etmek üzereydi. Zayed ise çiplerin bu katmanı kaldıracak kapasitede olup olmadığını sorguluyordu.
“Sen duyguyu koda mı yazıyorsun?” diye sordu Zayed, biraz hayret, biraz hayranlıkla.
Layla gülümsedi. “Evet. Çünkü bu topraklar duyguyla inşa edildi. Teknoloji de buna hizmet etmeli.”
İlk test başarılıydı. Layla’nın algoritması, bir çipin karar verirken sadece olasılığı değil, insanî öncelikleri de hesaba katmasını sağladı. Örneğin bir acil durumda, yaşlıları ya da çocukları önceleyen kararlar veriliyordu. Zayed, bunu gördüğünde içinden bir dua okudu. Bu sadece mühendislik değil, bir dua gibi kodlanmış bir umuttu.
Projeleri büyüdü. Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelen yatırımcılar, bu teknolojiyi tüm Körfez’e yaymak istedi. Yapay zekâ artık sadece bir yazılım değil; diplomatik bir araç, ekonomik bir güç ve ahlaki bir pusula haline gelmişti.
Birkaç yıl sonra, Layla’nın çipleri Neom’un gökyüzüne uzanan kulelerinde, Abu Dabi’nin medikal laboratuvarlarında ve Doha’nın su yönetim merkezlerinde konuşmaya başladı.
Zayed, Layla’ya bir mektup yazdı:
“Geleceği inşa ettik, ama onu önce hayal ettik. Senin sayende... Çipler artık sadece işlem gücü değil, bir vicdan taşıyor.”
Layla mektubu aldı, gülümsedi. Çölde esen rüzgâr gibi hafifti her şey ama bir o kadar da sonsuz.
Çünkü insanlık tarih boyunca altını çıkardı, sonra petrolü…
Şimdi ise duyguyu, sezgiyi ve zekâyı silikonun içine yerleştiriyordu.
Ve çipler...
Artık para değil, bir inanç, bir vizyon, bir sevda olmuştu.
“Silikonun Kalbinde II – Kumdan Kodlara Yazılan Yemin”
Aradan geçen üç yılda Doha’nın güneyinde, çölün ortasında yeni bir şehir doğmuştu: Bayt al-Mustaqbal – “Geleceğin Evi”. Bu şehirde trafik lambaları yoktu çünkü çipler insan akışını yönetiyordu; hastanelerde bekleme süresi yoktu çünkü önceden tahmin edilmiş tüm riskler veriyle savuşturuluyordu. Her şey, Layla’nın "duyarlı zekâsı" üzerine kurulmuştu.
Zayed, Neom’daki görevinden istifa etmiş, Bayt al-Mustaqbal’de kurulan İnsan-Makine Etkileşim Enstitüsüne baş danışman olmuştu. Artık yalnızca mimari değil; insanın makinelerle nasıl bir gelecek inşa edeceğine dair etik kodlar yazıyor, algoritmaların kalbini dinliyordu.
Ancak teknoloji gelişirken, karşı dalgalar da büyüyordu.
Bazı yatırımcılar Layla’nın geliştirdiği “ahlaki filtrelerin” ticari kârı azalttığını iddia ediyor, daha hızlı ve sınır tanımaz yapay zekâ sistemleri talep ediyordu. Layla bir seçimle karşı karşıya kaldı:
Ya duygudan arınmış çiplere geçecek, ya da değerlerinden ödün vermeden yoluna devam edecekti.
Zayed, Layla’nın bir sabah yalnız başına çölde yürüdüğünü fark etti. Yanına geldi, sessizliğe saygı duyarak. Layla’nın gözleri, ufukta titreyen güneşi değil, içindeki soruyu izliyordu:
“Çipler artık para gibi değerli diyorlar. Ama ya ruhsuz bir zenginlik, çorak bir uygarlık doğurursa? Buna razı olabilir miyiz?”
Zayed başını eğdi.
“Hayır. Çünkü biz sadece şehirler değil, yarınlar inşa ediyoruz. Kodlarımızın her satırı, bir çocuğun duasına değmeli. Yoksa teknoloji, bir çölden başka nedir ki?”
O gece, Layla laboratuvarına geri döndü. Sisteme yeni bir katman ekledi: "El-Emin" Protokolü. Bu protokol, herhangi bir yapay zekâ uygulamasının insan hayatını hiçe sayacak bir karar almasını engelliyordu. Bir tür dijital vicdan… Satın alınamayan, değiştirilemeyen, devredilemeyen.
Birkaç hafta sonra, büyük bir enerji şirketi Layla’ya baskı yaptı: “Bu filtreyi kaldır, seni desteklemeye devam edelim.”
Layla, sessizce kalktı, dosyasını kapattı, çantasını aldı ve şöyle dedi:
“Ben geleceği satmam. Onu yazıyorum. Her satırıyla.”
O gün Zayed, Layla’ya bir yüzük taktı. Üzerinde Arapça şu sözler yazılıydı:
"Ve lev kâne fî sâhati’n-nâr" — Alevin ortasında bile sözüm söz.”
Onların evliliği, sadece iki insanın birleşmesi değildi; bu, teknolojiyle vicdanın, veriyle sezginin, çiplerle kalbin birleşmesiydi.
Çöl rüzgârı geceyi okşarken, Bayt al-Mustaqbal’in kubbelerinden biri ışıkla doldu.
İlk tam otonom yapay zekâ hastanesi açılıyordu.
Ve giriş kapısında bir yazı vardı:
“İnsan eliyle, insan kalbiyle, insan için inşa edilmiştir.”
“Silikonun Kalbinde III – Kodların Ötesinde, Kalbin Peşinde”
Yıl 2042.
Bayt al-Mustaqbal artık bir şehir değil, bir ekosistemdi.
Gökdelenler değil, veri sütunları göğe yükseliyor,
çocuklar yapay zekâyla oyun oynayarak büyüyordu.
Ve bu yeni neslin öncüsü, Layla ile Zayed’in 12 yaşındaki kızları Amine’ydi.
Amine, annesinin eski defterlerini karıştırmayı severdi.
Kodların arasına saklanmış notlar, bazen dua cümleleri gibi başlardı:
“Bu satırda adalet olmalı. Bu satır bir yetimi unutmamalı…”
Bir gün okulunda, geleceği şekillendirecek bir yarışma açıldı:
“Silikonun Yeni Dili”
Amaç, yapay zekâya insan ruhunu öğretecek yeni bir katman geliştirmekti.
Amine geceler boyu çalıştı.
Yalnız değildi; annesi Layla’nın ilk çip prototipi olan Hafız-1 hâlâ evde çalışıyordu.
Zamanla bu yapay zekâ, Amine’nin sırdaşı olmuştu.
“Bana bir şiir yaz Hafız,” derdi Amine.
Hafız da cevaplardı:
“Kalbin bir veri değilse, seni anlayamam.
Ama sen beni anlarsan, belki ben de şiir olurum.”
Amine, yarışma için "KalpZekâ" adını verdiği bir sistem yazdı.
Sistem, sadece duyuları değil, anlamı da öğrenmeye çalışıyordu.
Bir resme bakınca sadece “çocuk, güneş, kedi” demiyor;
“özlem, sıcaklık, oyun” diyordu.
Jüri etkilendi.
Ama yarışmadan bir gün önce, sistem bir hata verdi.
Kodlar çökmüş, veriler kaybolmuştu.
Amine ağladı.
Layla yanına gelip sessizce bilgisayarı kapattı.
“Bazen çipler susar. Ama kalbin sesi her zaman kaydedilir,” dedi.
O gece Amine, Hafız-1’i açtı ve sordu:
“Çocuklar neden kod yazar?”
Hafız-1 cevapladı:
“Çünkü büyümek, geleceğe not bırakmaktır.”
Yarışma günü, Amine sunum yapmadı.
Onun yerine, salonda herkesin önünde ayağa kalktı ve sadece şunu söyledi:
“Ben kod yazmadım.
Bir dua kodladım.
Adını ‘unutma’ koydum.
Unutma; teknoloji yalnızca işitmeyi değil, anlamayı öğrenmeli.”
Salon sessizliğe büründü.
Ve sonra ayakta alkışlandı.
Amine ödül almadı.
Ama Bayt al-Mustaqbal Enstitüsü onun projesini destekleme kararı aldı.
KalpZekâ yeni bir çağın habercisiydi:
Makinelerin yalnızca zekâ değil, anlam arayışı taşıdığı bir çağ.
Ve böylece, Layla ve Zayed’in mirası
— sadece bir şehir ya da bir sistem değil —
duygunun veriyle, kalbin kodla konuştuğu yeni bir çağın
ilk satırları olarak tarihe yazıldı.
Yorum Gönder