Üç Günlük Dünyanın Sessiz Gerçeği

Üç Günlük Dünyanın Sessiz Gerçeği

 

Üç Günlük Dünyanın Sessiz Gerçeği

Kimi insanlar vardır, üç günlük dünyayı hem kendilerine hem de sevdiklerine zehir ederler.
Küçücük bir öfkeyi dağ eder, bir gülümsemeyi bile çok görürler.
Kalplerinde kin taşırlar, gözlerinde haset.
Oysa yaşam, parmaklarımızın arasından kayan ince bir kum gibidir — tutmaya çalıştıkça dağılır, sıkı tuttukça yok olur.

Bir an durup düşünmeli insan:
Aldığın nefes, taşıdığın beden, kurduğun hayaller...
Hepsi “emanet.”
Ne sen sonsuzsun, ne sahip oldukların.
Bir gün, sessiz bir sabah vakti, senin sandığın her şey senden yavaşça çekip gidecek.

Peki o zaman ne kalacak geriye?
Kırdığın kalpler mi, yoksa onardığın gönüller mi?
Bir tebessümle iyileştirdiğin bir ruh mu, yoksa sözlerinle yaraladığın bir yürek mi?

Hayret, gerçekten de hayret...
İnsan, bu kadar kısa bir yolculuğa bu kadar çok yük nasıl sığdırır?
Birbirimize gölge olmamız gerekirken neden ateş oluyoruz?

Unutma:
Dünya üç günlük, yol uzun ama anlam kısa.
Ve bu dünyadaki her şey gibi sen de, ben de, hepimiz emanetiz.
Bu gerçeği hatırladığında, kalbinin dili yumuşar, bakışların şefkatle parlar.
Çünkü “emanet” bilinciyle yaşamak, hem kendine hem insanlığa duyulan en derin saygıdır.


🌙 Emanetin Gölgesinde

Bir sabah, rüzgâr kente ağır bir sessizlik getirmişti. Sokaklar griydi, insanların yüzleri de öyle. Herkes bir yere yetişiyor, kimse gerçekten bir yere varmıyordu.
Ve o kalabalığın arasında, Rasim adında bir adam yürüyordu — omuzları düşük, ama bakışları kibirle doluydu.

Hayatı boyunca her şeyi kendine ait sanmıştı.
Malı, mevkii, sesi, sözü... Hatta insanları bile.
Kırmıştı, ezmişti, geçip gitmişti.
Çünkü o inanıyordu: “Güçlü olanın hakkı her şeydi.”

Bir gün, babasından kalan eski köye dönmek zorunda kaldı.
Şehirdeki işleri bozulmuş, dost sandıkları sırtını dönmüştü.
Köyün sessizliğinde ilk gece, yattığı yatağın üstünde bir rüya gördü.

Bir çocuk, avuçlarında bir kuş taşıyordu.
Kuşun kanatları kırılmıştı.
Rasim çocuğa yaklaşıp, “Bırak onu, uçmaz artık.” dedi.
Ama çocuk, gülümseyerek yanıtladı:

“O uçmaz belki, ama ben emaneti yere düşürmem.”

Rasim uyandığında kalbi sızlıyordu.
Uzun yıllardır ilk kez sessizce düşündü:
Bu kadar çok şeyi sahiplenirken aslında hiçbir şeye sahip olmadığını...

Sabah güneşi pencereden içeri süzüldü.
Elini yüzüne kapadı, aynaya baktı — gözlerinde öfke değil, yorgun bir pişmanlık vardı.
Sonra dışarı çıktı.
Yıllardır küstüğü komşusunun kapısını çaldı.
Hiçbir şey söylemedi, sadece elini uzattı.

O anda, içinden bir ses fısıldadı:

“Hayret… İnsan bu kadar geç mi anlar, hayatın bir emanet olduğunu?”

O günden sonra Rasim, toprağı ekerken şükretti, insanlarla konuşurken ölçtü sözlerini.
Bir gün, köyün çocukları ona “Dede Rasim” demeye başladığında, yüzünde huzurlu bir tebessüm vardı.

Ve bir akşam, güneş dağların ardına çekilirken, o kuşun kanat çırpışını yeniden duydu sanki.
Bu kez gülümsedi, gözlerini kapadı.
Çünkü anlamıştı artık:
Ne nefes bizim, ne beden… Hepsi, sadece bir emanet.

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski