Kadının toplumsal hayattaki yeri üzerine tartışmalar, modern çağın belki de en derin fay hatlarından biridir. Zira mesele yalnızca “çalışma hayatına katılım” ya da “ekonomik üretim” gibi dar çerçevelere sıkışmış değildir; bu tartışmanın özünde insanın yaradılışına, aile kurumunun geleceğine ve toplumların sürekliliğine dair kadim sorular yatmaktadır. Bugünün dünyasında, kadın ile erkek arasındaki doğal tamamlayıcılığın göz ardı edilmesi; kadının kendi içsel ritminden, doğurganlığın kutsal döngüsünden, ev içi huzurun merkezindeki o zarif kraliçe rolünden uzaklaşmasına neden olmuştur.
Kadının Fıtratından Uzaklaşan Dünya
İnsanlık tarihinin büyük bölümünde toplum, kadın ile erkeğin farklı ama birbirini bütünleyen görevler üstlendiği bir denge üzerinde yükseldi. Kadın, hayatın devamını sağlayan doğurganlığıyla, aileyi bir arada tutan sükûnetiyle, neslin yetiştirilmesindeki ana rehberliğiyle merkezi bir rol oynadı. Bu rol, ne bir geri çekilme halini ne de bir eksikliği ifade ederdi; aksine toplumun "kalbi" olmayı simgelerdi.
Fakat modern dünyanın çarkları dönmeye başladığında, siyasi iktidarlar ile küresel işverenlerin çıkarları çakıştı. Kadın, üretimin bir parçası hâline getirildi; annelik ise bir “engel”, ev ise bir “kariyer kaybı” olarak gösterildi. Böylece kadının fıtrî gücü toplumun gözünde değersizleştirildi.
Bugün gelişmiş ülkelerin çoğunda doğum oranlarının dramatik biçimde düşmesi, işte bu büyük kopuşun somut bir sonucudur. Zira kadın, kendi benzersiz yaratılışından uzaklaştıkça, toplum da kendi varlık sebebinden uzaklaşmaktadır.
Eşitlik Söyleminin Görünmeyen Bedeli
“Eşitlik” sözcüğü kulağa her ne kadar adil ve zarif gelse de, modern zamanlarda içi boşaltılarak ideolojik bir silaha dönüştürülmüştür.
Kadın ile erkeğe aynı görevler, aynı ritim, aynı beklentiler yüklenmiş; biyolojik gerçekliklerin sesine kulak tıkayan bir sistem kurulmuştur. Kadının çocuk doğurması, emzirme dönemleri, annelik içgüdüsü gibi insanlığın en doğal döngüleri, çalışma hayatının katı takvimleriyle uyumsuz görülmüş ve kadına “ya iş ya çocuk” dayatması yapılmıştır.
Bu dayatma, özgürlük vaatlerinin ardında gizlenen ekonomik bir hesaplaşmadır. Çünkü çalışma hayatına katılan her kadın, iş gücü piyasası için yeni bir kaynak; fakat annelik için kaybedilen bir zamandır.
Böylece “eşitlik” adı altında kadının kendi doğasını yaşamasının önüne görünmez duvarlar örülmüştür.
Modern Dünyanın Kaybolan Kraliçesi
Bir annenin çocuğunun saçını okşayışı, evinin kokusunu taşıyan yumuşak bir akşam, bir eşe duyulan güven, bir yuvanın kapısından taşan huzur… Bunlar yalnızca romantik imgeler değildir. Bunlar bir toplumun kendisine kök saldığı alanlardır.
Kadın, yuvanın kraliçesi olduğunda –aileyi ayakta tutan, çocuklarına karakter inşa eden, eşine güç veren bir merkez olduğunda– toplumun omurgası da sağlam kalır.
Ama modern dünyanın politikacı-işveren ortaklığı bu rolü itibarsızlaştırdı.
“Ev hanımı” kavramı küçümsendi, annelik “kariyere engel” gibi gösterildi, çocuk büyütmek maddi bir yük, manevi bir emek olmaktan uzaklaştırıldı.
Sonuç ortada:
- Çocuk sayısı azaldı,
- Aile bağları zayıfladı,
- Kadın hem iş hayatının baskısı altında ezildi hem de ev ve aile sorumluluklarını tek başına taşımak zorunda kaldı,
- Erkek de kendi rolünden koparak toplumsal yapı daha da kırılgan hale geldi.
Kadının Gücünü Yeniden Tanımlamak
Kadınların iş hayatına katılması elbette değerlidir; ilim, meslek, üretim kadına ait olmayan alanlar değildir. Fakat mesele, kadının çalışma hayatına katılıp katılmaması değil; kadının fıtratına uygun olmayan kalıplara zorlanmasıdır.
Gerekli olan, kadına seçenek sunan, anneliği destekleyen, aileyi koruyan ve kadının hem üretken hem de huzurlu olabildiği bir sistemdir.
Kadın, ancak kendi doğasıyla uyumlu bir düzende gerçek anlamıyla özgür olabilir. Çünkü özgürlük, insanın fıtratına en uygun hâli yaşamasıdır. Kadın anneliği dilediğinde, yuvasına sahip çıktığında, ailesinin merkezinde ışık olduğunda bu onun zayıflığı değil; aksine insanlığın en büyük gücüdür.
Son Söz: Dünyanın Kalbine Yeniden Dönüş
Bugün birçok ülke, çöküşe geçen doğum oranlarının, kopan aile bağlarının, yalnızlaşan bireylerin yarattığı krizi tartışıyor. Modern dünya, kadının yuvasındaki rolünü kaybetmesinin bedelini yeni yeni anlamaya başlıyor.
Belki de çözüm, kadını yeniden kendi tahtına oturtmaktan geçiyor.
Ev, bir kadının hapsolduğu alan değil; kendi krallığının başladığı yerdir.
Aile, modern dünyanın küçümsediği bir yapı değil; insanlığın en eski ve en güçlü kalesidir.
Ve kadın…
Toplumun nabzını tutan, geleceği doğuran, sevgiyi yoğuran, nesilleri şekillendiren o büyük kudrettir.
Onun fıtratına saygı duyan bir gelecek, insanlığın da yeniden ayağa kalkacağı bir gelecektir.
