Tropik kuşakta nadiren görülen bir fırtına, Güneydoğu Asya’yı bir nehir yatağının kabaran soluğu gibi sardı; gök, üç ülkenin üzerinde aynı anda karardı. Endonezya, Tayland ve Malezya… Bir zamanlar bereketli yağmurun yeryüzüne armağan sayıldığı bu topraklarda şimdi sular, sınır tanımayan bir öfke gibi yükseliyor. Evler paramparça, yollar sessiz birer yarık, insanlar ise bir sabah uyandıklarında hayatlarının yerinden sökülmüş olduğunu görüyor.
Fırtınanın ilk darbesi Endonezya’nın kıyılarına indiğinde, şafak henüz ufukta belirmemişti. Yağmur, ormanların üstüne binlerce kamçı gibi düşerken, derenin adı hatırlanmayan kolları taşarak şehirlerin içine aktı. Bir zamanlar çocuk kahkahalarının duyulduğu sokaklar, şimdi kahverengi bir akıntının insafsız hışırtısıyla dolu. On binlerce kişi, birkaç dakika içinde yuvasız kaldı; geriye yalnızca çamurun üzerinde sallanan tahta parçaları ve kurtarılmayı bekleyen umut kırıkları kaldı.
Tayland’da ise yollar suya gömülmüş birer çizgiye dönüşmüş durumda. Arama-kurtarma ekipleri ilerleyemiyor; lastik botların sessizliği bile çamurun direnişine yeniliyor. Bu yüzden gökyüzü, insanlığın son umudu hâline geldi. Helikopterler, üzerlerinden geçtikleri her köyde bir ışık gibi süzülüyor; kimi zaman bir çocuğu, kimi zaman yaşlı bir kadını, kimi zaman da kaderin ortasında sıkışmış bir aileyi güvenli bölgelere taşıyor. Fakat her bir sorti, koşulların acımasızlığını daha da görünür kılıyor: Bir köy kurtarılırken bir diğeri tamamen kayboluyor.
Malezya’da tarım arazileri sulara gömülmüş, pirinç tarlaları birer göle dönüşmüş durumda. Toprak, bereketli yüzünü değil, felaketin soğuk yansımasını sergiliyor. Çiftçiler, yılların emeğini yutan sulara yalnızca çaresizce bakıyor; doğanın öfkesi yalnızca evleri değil, geleceği de tehdit ediyor.
Bu tablo yalnızca Güneydoğu Asya’yla sınırlı değil. Hint Okyanusu’nun karşı kıyısında, Sri Lanka da aynı felaketin farklı bir yankısıyla sarsılıyor. Ülkede yetkililer, yükselen suların mahalleleri birer çamur mezarına dönüştürmesi üzerine olağanüstü hâl ilan etti. Birçok bölgede yollar kaybolmuş, evler dizlerine kadar batağa gömülmüş, mahsuller sele kapılıp gitmiş durumda. Toprak, koca bir ülkenin rüyalarını ve emeğini yutarken, insanlar bir yandan kurtuluşu, diğer yandan yeniden başlayacak gücü arıyor.
Bu bölgesel trajedinin içinde yalnızca yıkım yok; aynı zamanda insanlığın dayanıklılığı da kendini gösteriyor. Komşu köyler birbirine destek oluyor, gönüllüler gece gündüz demeden yardım paketleri hazırlıyor, doktorlar çamurun içinde bile yaralıların başında bekliyor. Fırtına, sınırları aşarak vurmuş olsa da, insan iradesi de sınır tanımadan ayağa kalkmaya çalışıyor.
Tüm bu yaşananlar, dünyanın artık eski dünya olmadığını bir kez daha hatırlatıyor. İklim, insanlığın alıştığı döngülerden uzaklaşıyor; tropik bölgede nadir sayılan bir fırtına artık nadir bir olay olmaktan çıkıyor. Geleceğin gökyüzü, bilime kulak verenlerin dediği gibi giderek daha öngörülemez, daha sert ve daha uyarıcı hâle geliyor.
Belki de bu felaketin ardında duran en derin ders şudur: Doğa, insanın unuttuğu dengeyi kendi diliyle hatırlatıyor. Nehirler taşarken, rüzgârlar şiddetlenirken, bir kıtanın kalbinde binlerce insan yerinden olurken, dünya aslında tek bir soru soruyor: Yaşamı korumak için daha ne kadar bekleyeceğiz?
Victoria Innes’ın ortaya koyduğu bu acı tablo, yalnızca bir haber değil; insanlık adına yazılmış karanlık bir uyarı metni gibi. Ve bizler, bu satırların karşısında sadece tanık değil, aynı zamanda sorumluyuz. Çünkü her fırtına bir iz bırakır; kimi zaman sular çekilir, enkaz kaldırılır, şehirler yeniden kurulur.
Ama doğanın verdiği mesaj, eğer duyulmazsa, aynı fırtına bir gün çok daha büyük bir çığlığa dönüşebilir. TRT WORLD
