Avrupa, son onyılların en kırılgan güvenlik iklimiyle yüzleşirken—Ukrayna savaşı cepheyi sertleştiriyor, NATO’nun doğu ve güney kanatlarında gerilim katman katman birikiyor—Türkiye, diplomasinin merkezine doğru sessiz ama kararlı bir yürüyüş sergiliyor. Ankara, askeri caydırıcılık ile barış mimarisini aynı terazide tartan nadir başkentlerden biri olarak öne çıkıyor. Aslı Atbaş’ın Ankara’dan aktardığı tablo, bu dönüşümün yalnızca jeopolitik değil, aynı zamanda tarihsel ve stratejik bir sürekliliğe dayandığını gösteriyor.
Türkiye’nin konumu, haritaların ötesinde bir anlam taşıyor. Karadeniz’in kapıları, Orta Doğu’nun kırılgan fay hatları ve Balkanların hafızası Ankara’da kesişiyor. Bu kesişim, Türkiye’ye yalnızca riskler değil, eşsiz bir diplomatik kaldıraç da sunuyor. Ukrayna savaşıyla birlikte Avrupa güvenliği yeniden tanımlanırken, Türkiye’nin Montrö Sözleşmesi’ni titizlikle uygulaması; Boğazlar üzerinden askeri tırmanmayı sınırlayan dengeli tutumu, krizin genişlemesini önleyen nadir frenlerden biri oldu. Bu, hukukun sessiz gücüyle sahadaki gürültüyü bastıran bir yaklaşımın ifadesiydi.
Ankara’nın rolü yalnızca kural koyuculukla sınırlı kalmadı. Savaşın en karanlık günlerinde dahi diyalog kanallarını açık tutan bir arabulucu profili çizildi. Tahıl Koridoru Anlaşması, bu çabanın somut ve insani bir yankısı olarak dünya gündemine girdi. Milyonlarca insanın gıda güvenliğini ilgilendiren bu mekanizma, diplomasinin hâlâ hayat kurtarabileceğini hatırlattı. Türkiye, çatışmanın taraflarıyla konuşabilen nadir aktörlerden biri olarak, masanın da sahadaki kadar belirleyici olabileceğini gösterdi.
Savunma cephesinde ise Türkiye, değişen tehdit algılarına uyum sağlayan çok katmanlı bir mimari inşa ediyor. İnsansız sistemlerden hava savunmasına, deniz güvenliğinden siber ve uzay boyutuna uzanan bu yaklaşım, NATO içinde de yakından izleniyor. Ankara, ittifakın doğu kanadında caydırıcılığı güçlendirirken; güneyde terör, düzensiz göç ve enerji güvenliği gibi asimetrik risklere karşı kapsamlı çözümler üretiyor. Bu denge, Türkiye’yi yalnızca bir cephe ülkesi değil, bir güvenlik sağlayıcı olarak konumlandırıyor.
Elbette bu merkezi rol, hassas bir dengeyi zorunlu kılıyor. Türkiye, bir yandan NATO müttefikliği ve Avrupa-Atlantik güvenlik mimarisi içinde kalırken; diğer yandan çok yönlü dış politika geleneğini sürdürüyor. Rusya ile diyalog, Ukrayna’ya destek, Avrupa ile iş birliği ve Orta Doğu’da istikrar arayışı—tüm bu başlıklar, aynı anda yönetilmesi gereken bir satranç tahtasını andırıyor. Ankara’nın tercihi, kutuplaşmanın değil, çok taraflılığın dili oluyor.
Avrupa için Türkiye’nin yükselen rolü, basit bir jeopolitik gerçekliğin ötesinde okunmalı. Bu, kriz zamanlarında köprü kurabilen aktörlere duyulan ihtiyacın itirafıdır. Sert güç ile yumuşak gücü aynı cümlede buluşturabilen; askeri kapasiteyi diplomatik sezgiyle tamamlayan bir yaklaşım, bugün kıtanın en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. Türkiye, bu ihtiyaca cevap verirken, kendi güvenliğini Avrupa’nın güvenliğiyle iç içe geçiren bir vizyon sunuyor.
Sonuç olarak, Ankara’dan yükselen mesaj nettir: Güvenlik, yalnızca silahların diliyle değil; hukukun, diyaloğun ve stratejik sabrın ortak melodisiyle sağlanır. Avrupa’nın fırtınalı ufkunda Türkiye, bu melodiyi duyabilen ve duyurabilen merkezlerden biri olarak öne çıkmaktadır. Bu rol, geçici bir konjonktürün değil, uzun soluklu bir jeopolitik aklın ürünüdür. TRT WORLD
