Semboller Ağacı’nın kutsal dairesinden ayrıldıktan sonra, grup yeniden yola koyuldu. Bu kez önlerinde ne bir harita ne de belirgin bir patika vardı. Yalnızca kalplerindeki yön duygusu ve doğanın fısıltıları…
Mira, çevresine bakındı. “Burası... zamanın yok olduğu yer olmalı,” dedi fısıltıyla.
Elya başını salladı: “Gölgeyle yüzleştik. Şimdi içimizdeki rehberi dinleyeceğiz.”
Arel ise parmaklarının ucuyla toprağa dokundu. “Doğa burada konuşmuyor. Dinlememiz gereken, sessizliğin ta kendisi.”
Gün ışığı ile gece karanlığı burada iç içeydi. Gökyüzü gümüşi bir örtü gibi dalgalanıyor, saatler ne ileri ne geri akıyordu. Zaman burada bir nehir gibi değil, bir göl gibi durgundu.
Etrafta yüzyıllar öncesinden kalma taş yığınları, yosunla örtülmüş sunaklar vardı. Her biri zamanın uğramayı unuttuğu anıtlar gibiydi.
Küçük bir orman açıklığına vardıklarında, ortasında parıldayan, yarı saydam bir taş yükseliyordu. Taşın içinde dönen bir sarmal vardı—tıpkı Mira’nın bir zamanlar rüyasında gördüğü gibi.
Sarmal taşın önünde durduklarında, içlerinden biri istemsizce konuşmaya başladı. Bu Arel’di.
“Zamanı anlamak, hatırlamayı bırakmakla değil, hatırala yaşamayı öğrenmekle olur.”
Bu sözlerle taş parlamaya başladı. Her biri ellerini taşın yüzeyine koyduğunda, bir tür titreşim hissettiler. Kalplerinin ritmiyle uyumlanan bir yankı yayıldı taştan. Bu yankı, onlara bir yön değil, bir duygu verdi.
Ve o duygu... özgün yolda olmanın huzuruydu.
Tam da o sırada açıklığın köşesinden bir figür belirdi. Üzerinde zamanın aşındıramadığı bir cübbe, boynunda yapraklardan örülmüş bir kolye vardı. Gözleri bilge bir orman hayvanınınki gibi derin ve sakindi.
“Ben Tairan,” dedi. “Doğanın saatini okuyanlardanım.”
Gruba katıldığında, yüzünde ne şaşkınlık ne de merak vardı. Onları uzun zamandır bekliyormuş gibi bir hali vardı.
Tairan, onları bir ateş başında topladı ve ormanın ‘zaman ötesi’ yasalarından söz etti:
- Bazı yerlerde zaman akar, bazı yerlerde dinlenir.
- Geçmişin yankısı, geleceği fısıldar. Ama şimdiki an, doğanın tek gerçek haritasıdır.
- Kalbin ritmiyle yürüyen, her zaman doğru yolu bulur.
Onlara doğal bir güneş saati yapmayı öğretti: yaprakların gölgeleriyle yön tayin etme, kuşların sabah ötüşleriyle saat belirleme, çiçeklerin açılış zamanlarıyla mevsimi anlama...
Ertesi sabah, Tairan onları bir kayanın dibine götürdü. Burada sadece gece vakti parlayan, sarmal şeklinde uzanan ve “Zihin Gözünü Açan” olarak bilinen Sarmal Işıltı bitkisi yetişiyordu.
Bu bitki, çiğ taneleriyle şifa verir; uykuda iken sezgiyi güçlendirir. Bir yaprağı çaya katıldığında, kişi eski bir hatırasını canlı şekilde yeniden yaşar.
Sabahın ilk ışıkları, ormanın sisli örtüsünü yavaşça kaldırırken, Tairan grubun önüne düştü. Sessiz adımlarla yürürken, yaprakların arasından süzülen ışık huzmeleri yol boyunca altın iplikler gibi uzanıyor, her adımı kutsal bir törene çeviriyordu.
“Zihin Gölü yakın,” dedi Tairan. “Fakat ona çıplak gözle değil, açık bir kalple yaklaşmalısınız.”
Gruptakiler — Mira, Elya, Arel ve şimdi yeni dostları Tairan — artık sadece yol arkadaşları değil, ormanın iç sesine kulak veren bir ruh halkasıydılar.
Nihayet göl göründü. Durgun yüzeyi, ayak basıldığında bile dalgalanmıyordu. Sanki bir ayna değil, başka bir boyutun zarif perdesiydi. Göl kenarında, yosunlarla örtülü taşlardan oluşmuş eski bir daire vardı. Taşların üzerine semboller kazınmıştı; kimi bir yaprak, kimi bir göz, kimi bir spiraldi.
“Bu, içsel gölgeyle yüzleşme alanı,” dedi Tairan. “Her biri göle bakacak. Ama gördüğünüz yalnızca yansımanız değil… ruhunuzun derinliği olacak.”
Mira, suya eğildi. Önce kendi yüzünü gördü. Ardından, görüntü değişti: Çocukken bastırdığı bir anı belirdi. Bir gün, annesinin elinden kaçıp ormanda kaybolduğu ve büyük bir meşe ağacının altında ağlayarak sabaha dek beklediği an…
Ama bu görüntüden korkmadı. Ağlayan küçük Mira’ya usulca gülümsedi.
“Yolunu kaybettiğini sandın,” dedi kendi yansımasına, “ama aslında ormana ilk defa o gün uyandın.”
Gölün yüzeyi bir an parladı. Mira’nın içindeki korku çözülmüş, yerine dingin bir ışık yerleşmişti.
Elya suya baktığında, yıllar önce yardım edemediği bir yaralı hayvanı gördü. Suya bir damla düştü; gözlerinden biri miydi, yoksa göl mü ağlıyordu?
Arel ise yüzeyde, kendi içsel karmaşasıyla karşılaştı: Gözlerinden değil, yüreğinden dökülen pişmanlıklar… ama göl ona yalnızca pişmanlığı değil, onu büyüten sabrı da gösterdi.
Tairan usulca yaklaştı ve şöyle dedi:
“Zihin Gölü, içimizde sakladığımız her şeyin diliyle konuşur. Gördüklerin seni tanımlar, ama seni tanımlayan yalnızca gördüklerin değildir.”
Göl kenarında yetişen bir bitki dikkat çekti: Griye çalan mor yapraklarıyla Sessizlik Otu... Bu bitki, yalnızca Zihin Gölü yakınında yetişirdi. Kurutulup tütsü yapıldığında, meditasyona dalan kişinin iç sesini berraklaştırırdı.
Tairan, Sessizlik Otundan küçük bir demet yaptı. Her birine bir tutam verdi. “Bu gece göl kıyısında birlikte oturacağız,” dedi. “Bitkinin dumanı, göldeki görüntüleri anlamamıza yardım edecek.”
Ay yükseldiğinde, göl kenarında küçük bir ateş yaktılar. Sessizlik Otunun tütsüsü duman gibi değil, sanki melodik bir sis gibi yükseldi havaya. Her biri gözlerini kapattı.
Tairan bir mırıldanmayla başladığı kadim dua sırasında şöyle dedi:
“Doğa susmaz, sadece bazen kalbimizin sessizliğini bekler…”
O gece kimse konuşmadı. Ama hepsi içlerinden bir başka lisanla konuştular gölle, ormanla, ve kendi özleriyle.
Sabahın ilk ışıkları, göl yüzeyinde altın çizgiler bırakmıştı. Göl, bir gece önce iç seslerini yankılayan ayna olmaktan çıkmış, şimdi sanki bir geçide dönüşmüştü. Gökyüzü gümüş mavisiyle yıkanırken, gölün ortasında beliren küçük ada göz kamaştırıcı bir şekilde parlıyordu.
“Ormanın Gizli Yolu başlıyor,” dedi Tairan, hafifçe başını eğerek. “Bu, yalnızca kalbini ormana açanların geçebileceği bir sınavdır.”
Arel, Elya ve Mira, ellerinde Sessizlik Otu’ndan kalan kurumuş demetlerle kıyıya yürüdüler. Tahta bir sal, gece boyunca göl kenarına usulca yanaşmıştı. Salın üzerindeki işlemeler eski bir dile aitti — güneş, toprak ve suyun birliğini simgeleyen semboller...
Tairan, suya girmeden önce bir avuç suyu alnına sürerek şöyle dedi:
“Gölü geçmek, sadece fiziksel bir yolculuk değildir. Kendi benliğinin katmanlarını aşarsın.”
Sal ağır ağır gölün merkezine yöneldi. Göl, onları sanki kutsal bir uyumla kabul ediyor, suyun altından gelen kadim sesler salı hafifçe itiyordu.
Adaya vardıklarında, ilk göze çarpan şey yosun tutmuş dev taşlardı. Üzerlerinde hayvan motifleri vardı: kartal, yaban keçisi, tilki ve ayı. Her taşın bir yönü temsil ettiği anlaşılıyordu — Kuzey bilgeliği, Güney sezgiyi, Doğu cesareti, Batı sabrı...
Mira, ayı motifli taşın önünde durdu. Ayının gövdesi içinde spiral şekilde kabartılmış bir bitki vardı: Ayışığı Kökü. Tairan hemen tanıdı:
“Bu kök, yalnızca en karanlık ormanlarda yetişir. Onu kullanmak cesaret ister. Gece boyunca zihni açık tutar, rüyaları berraklaştırır. Kadim şamanlar, yıldızlarla konuşurken bu kökü çiğnerdi.”
Taşların arkasında, ince yontulmuş bir geçit ortaya çıktı. Duvardaki resimler, geçmiş bir halkın yaşamını anlatıyordu: Ay döngülerine göre tohum eken, hayvanları gözleyerek yılın mevsimlerini anlayan, ağaçlardan gelen rüzgârla geleceği yorumlayan insanlar...
“Bunlar,” dedi Tairan, “Ormana Kulağını Verenler’di. Doğa onların öğretmeniydi. Her davranışları bir ritüel, her nefesleri bir dua gibiydi.”
Elya, taşlara dokunarak fısıldadı:
“Biz de o ritmi yeniden duymaya geldik…”
Adada kalan zamanlarında grup, doğayla kurdukları bağı daha da derinleştirdi. Tairan, kabuklarla su geçirmez barınak yapmayı gösterdi. Arel, reçineyle yaraları nasıl tedavi edeceğini öğrendi. Mira, gölge yapraklarıyla serinlik sağlayan tenteler ördü.
En büyüleyici an ise, Elya’nın göl kenarında bulduğu bir sarmaşıkla geldi. Bu sarmaşık geceleri yıldızlar gibi parlar, puslu havada bile yön tayin etmeye yardımcı olurdu. Ona Yıldız Damlası adını verdiler.
Günün sonunda, adanın merkezindeki büyük taş bir kez daha hareket etti. Altında küçük bir geçit belirdi. Tairan diz çöktü:
“Burası, kayıp halkın inançlarına göre, doğanın kalbine giden son yoldur. Sadece ritüelleri içselleştirenler geçebilir. İçinizdeki yaşam bilgeliğiyle…”
Mira, Elya, Arel birbirlerine baktılar. Yol artık yalnızca dışarı değil, içeri de uzanıyordu..
Adanın merkezinde açılan geçit, dar ve taş döşeli bir koridorla başlamıştı. Yosun tutmuş duvarlar nefes alıyor gibiydi, sanki yeryüzünün damarlarında ilerliyorlardı. Ayak sesleri yankılanmıyor, aksine taşlar onları içine çekiyordu — doğanın kalbine, toprağın belleğine...
Tairan önden ilerledi. Elindeki kehribar taşlı fener, duvarlardaki eski yazıları ve kabartmaları aydınlatıyordu. Zaman bu yazılarda donmuştu. Her sembol, doğayla uyum içinde yaşayan kadim bir halkın yaşanmışlığını fısıldıyordu.
Koridor sona erdiğinde bir mağara boşluğuna açıldılar. Tavanı kristallerle kaplıydı. Kristallerin arasından sızan ay ışığı, içeriyi geceye rağmen gümüş bir gündüzle dolduruyordu.
Mağaranın ortasında dairesel bir taş platform vardı. Platformun çevresi dört elementin temsilleriyle bezenmişti:
- Ateş için yakut renkli çakmak taşları,
- Su için küçük bir kaynak çukuru,
- Toprak için odun ve yosunla süslü köşe,
- Hava için sarkıt kristaller...
Tairan diz çöktü ve eliyle toprağa üç kez vurdu.
“Ormanın Kalbi, şimdi sizi duyuyor. Yalnız bedeniniz değil, ruhunuz da burada olmalı.”
Her biri taş platformun etrafındaki unsurların önüne geçti. Tairan, onlara sessizlikle birer çiçek verdi — her biri o kişinin karakterini simgeleyen bir tür:
- Arel'e sabırlı ve derin köklü Bozkır Menekşesi,
- Mira’ya sezgisel ve suyla konuşan Ay Nilüferi,
- Elya’ya içsel ışığı taşıyan Gümüş Çan Çiçeği.
Gözlerini kapattılar. Gecenin serinliği bedenlerine işlediğinde, taş zeminden yükselen hafif bir titreşim başladı. Kristallerden gelen ışıltılar, gözkapaklarının ardında renkli imgeler gibi dans etti. Bu, geçmişle şimdi arasında bir köprüydü.
Her biri kendi rüyasına adım attı.
Arel, kuru toprakların içinden yükselen bir lav sütunuyla karşılaştı. Ancak bu ateş yakıcı değil, arındırıcıydı. İçindeki öfkeyi ve korkuyu kül eden, yerine bilgelik eken bir ateşti. Eski bir orman muhafızının sesi yankılandı:
“Güç, kontrol edebildiğin anda bilgelik olur. Aksi takdirde seni yakar.”
Mira, kendini dev bir şelalenin kalbinde buldu. Su ona geçmişi gösterdi: çocukluğu, annesinin elleri, yalnız hissettiği anlar... Sonra ses değişti:
“Unutma Mira, su her şekle girer. Kırılgan görünür ama kayaları deler. Sen de öylesin.”
Elya, ormanın üstünde bir kuş gibi süzüldü. Her ağaç, her yaprak onunla konuştu. Aralarında saklı bir bilgi vardı:
“Her ses, seni sana çağırır. Dış dünyanın gürültüsünde iç sesini dinle. Yolun, seni çağırıyor.”
Gözlerini açtıklarında sabah henüz doğmamıştı ama bir şey değişmişti. Yüzlerindeki ifade daha duruydu, bakışlarında yeni bir derinlik vardı. Sanki rüyalar onlara kendi yollarını fısıldamış, doğanın diliyle konuşmayı öğretmişti.
Tairan, son bir taş çıkardı. Üzerinde şu sözler yazılıydı:
“Doğayla uyum içinde olan, evrenin kadim sırlarına erişir.”
Taşın ortasında sembolik bir kapı vardı. Kapı yavaşça açıldı ve önlerinde, henüz ayak basılmamış bir orman uzandı. Bu orman, sadece bilenlerin girebildiği, yaşayanların dahi iz bırakmadığı bir yerdi: Kadim Ruhlar Ormanı.
Sabahın ilk ışıkları, mağaranın kristal tavanında nazikçe kırılarak parıldadı. Arel, Mira ve Elya; geceden kalan rüyaların yankısıyla yavaşça ayağa kalktılar. Her biri içsel bir değişimi taşıyordu artık. Doğa onlara sadece sığınak değil, bir dil, bir sırdaş ve bir öğretmen olmuştu.
Tairan, taş kapının eşiğinde durdu. Omuzlarındaki keçi postu pelerin sabah rüzgârında hafifçe dalgalanırken, sesi derin ve netti:
“Ruhlar Ormanı… Bu yolculukta artık ben sadece bir rehberim. Asıl öğretiler, ormanın kalbinde sizi bekliyor.”
Ve adımlarını taşıyan taş yol, yosunlarla örtülü yumuşak bir toprağa dönüştü. Sessizlik, kuş sesleriyle değil, ağaçların derin nefesiyle bozuluyordu.
Yürürken Mira, bir ağacın gövdesine tünemiş mavi-yeşil renkte parlayan bir sarmaşıkla karşılaştı. Yaprakları hafifçe titriyordu. Tairan yaklaştı:
“Bu, Lunaria Lucida. Ay ışığında parlar, huzursuz ruhları sakinleştirir. Yapraklarından hazırlanan çay, rüyaları derinleştirir.”
Mira, bitkiye saygıyla dokundu. Yaprağı toplarken sessizce fısıldadı:
“Teşekkür ederim…”
Ormanın kıyısında, büyük bir çınarın altına kamp kurdular. Arel, Tairan’dan öğrendiği teknikle, eğrelti otu, dev yapraklar ve eğilmiş dallarla hafif ama sağlam bir barınak inşa etti. Gökyüzü görünmüyor, ama yaprakların arasından sızan ışık huzmeleri içeriye düşüyordu — sanki orman onları kabul etmişti.
Elya çevredeki taşlara dikkat kesildi. Üzerlerinde garip simgeler vardı; bazıları spiral, bazıları üçgen şeklindeydi.
“Bunlar neyin işareti olabilir?” diye sordu.
Tairan eğildi, parmaklarıyla bir spirali takip etti.
“Bu simgeler, geçmiş uygarlıkların ormana bıraktığı şifrelerdir. Her biri bir elementle ilişkilidir. Bu spiral, zamanın kendisini simgeler. Bu ormanda zaman düz değil, daireseldir.”
Gece çökmek üzereyken uzaklardan, beyaz postlu bir tilki belirdi. Gözleri ateş gibi parlıyordu. Elya nefesini tuttu ama Tairan başını eğdi:
“Bu, Orman Bekçisi. Eğer o seni izliyorsa, gözlemeni istiyor demektir.”
Tilki, yavaşça döndü ve yosun kaplı patikadan uzaklaştı. Elya, içsel bir çağrı hissetti ve onu takip etti. Diğerleri sessizce geride kaldı.
Bir süre sonra Elya, tilkinin kaybolduğu açıklığa ulaştı. Orada, taşların dizildiği bir daire vardı. Ortasında kurumuş bir gövde ve üzerinde bir kitap — ama ağaçtan oyulmuş bir kitap duruyordu. Sayfaları yaprak, kapağı mantar kabuğundan…
Elya ürpererek elini uzattı. Kitabı açtığında yazı yoktu. Ama ellerini her sayfaya sürdüğünde görüntüler canlanıyordu:
– Ormanı eken ilk insanlar…
– Rüzgârla şarkı söyleyen kadınlar…
– Ay ışığında dans eden geyikler…
– Ve son sayfada: Üç figür, bir çemberin içinde, ellerinde ışık taşıyor…
“Biz miyiz?” diye fısıldadı Elya, kendi sesine şaşırarak.
Elya kampa döndüğünde diğerleri ateş başında oturuyordu. Mira, Lunaria Lucida yapraklarından demlediği çayı paylaştı. Arel, gökyüzünü inceliyor, takımyıldızlar arasındaki yeni bir şekli çiziyordu: üç çizgi, birleşen üç yol.
Ve o an, rüzgâr ağaçların içinden geçerken bir melodi taşıdı. Sözsüzdü ama anlamı vardı.
Tairan başını kaldırdı:
“Ruhlar sizi tanıdı. Şimdi her biriniz, bu ormanın hafızasının bir parçasısınız.”
Gecenin sonundaki sessizlik, şafağın ilk nefesiyle birlikte kırıldı. Rüzgâr, yaprakların arasından fısıltılar taşırken Arel rüyasında gördüğü taş tapınağı hatırlıyordu: sarmaşıklarla kaplı bir kubbe, ortasında yükselen bir ateş çukuru, çevresinde ise geçmişin yankısı gibi duran gölgeler…
O sabah orman, olağanüstü bir biçimde sessizdi. Kuşlar ötmemiş, hayvanlar görünmemişti. Sanki doğa, yaklaşmakta olan bir sırrı saklıyordu. Elya, elinde taş yapraklı kitabı tutarken fısıldadı:
“Bu kitap, bizi bir yere götürüyor… Ama oraya ulaşmak için kalbimizin sesini izlemeliyiz.”
Mira gözlerini kapadı ve kalbini dinledi. Ardından parmağıyla kuzeyi işaret etti.
“Rüzgâr oradan geliyor. Orman da oraya akıyor gibi…”
Tairan başını salladı:
“Unutulmuş Tapınak, Orman’ın Nabzı’dır. Sadece doğayla uyum içinde olanlar onu bulabilir.”
Ormanın bu yeni bölgesi, daha yoğundu. Ağaçlar daha yaşlı, gövdeleri buruşmuş ve kökleri toprağın üstünden yürüyen birer damar gibiydi. Her adım, başka bir sınav gibiydi:
– Dev bir karınca kolonisi yollarını kesti, Mira onların davranışlarını gözlemleyerek bir taş deseniyle koloniyi başka yöne yönlendirdi.
– Güneş kayboldu, sis bastı; Elya, yapraklara su damlalarını işaret olarak okuyarak yönlerini buldu.
– Arel, bir ağacın kabuğunda antik semboller buldu ve fısıldayarak onlara kendi adını söyledi. Ağaç, gövdesini yana eğdi ve altında sakladığı doğal köprüyü açığa çıkardı.
Yol boyunca, unutulmuş ritüellerle karşılaştılar. Bir kayanın üzerinde, yağmur suyuyla şekillenmiş bir kabartmada şu sözler yazılıydı:
“Beden göçer, zihin geçer… Ama kalp doğanın dilini öğrenirse, ebedi olur.”
Gün ışığı azalmış, gökyüzü griye dönmüştü. Ama tam o anda, büyük bir açıklığa vardılar. Toprak, tuhaf bir şekilde titremeye başladı. Tairan durdu:
“Yaklaştık…”
Açıklığın ortasında, yosunlarla örtülü bir kubbe yükseliyordu. Sarmaşıklar onun etrafını sarmış, taş duvarlarını neredeyse görünmez kılmıştı. Gökyüzüne uzanan sütunlar, birer zaman nişanesi gibi göğe işaret ediyordu. Üzerinde hiçbir kapı yoktu. Ancak tam ortada, üç yuvarlak çöküntü vardı — tıpkı Arel’in çizdiği takımyıldız sembolü gibi.
Üçü de yaklaşarak ellerini bu çöküntülere koydu.
Ve o an, orman susarak nefesini tuttu.
Taşlar içe doğru döndü, bir ışık huzmesi göğe yükseldi. Kubbenin üstü açıldı ve içeriye spiral bir merdivenle inilen bir geçit belirdi.
Tairan fısıldadı:
“İçeride, doğayla uyumun en eski sırları saklıdır. Ritüeller, bitkilerin ruhları, hayvanların şarkıları… Ve geçmişin gömülü sesi.”
Merdivenlerden inerken, taş duvarlarda parıldayan bitkiler gördüler. Bazıları nefes alır gibiydi. Bazı yosun türleri parmaklarını uzattıklarında ışıldıyor, bazı sarmaşıklar ise eski şarkılar mırıldanıyordu. Burası bir yapı değil, yaşayan bir varlıktı.
Ve tapınağın merkezine ulaştıklarında, ortada bir çanak içinde dönen su vardı. Su, gökyüzünü değil; onların iç dünyasını yansıtıyordu. Üçü de eğildiğinde, kendi içlerinden gelen sorularla karşılaştılar.
Elya'nın yansımasında annesinin sesi duyuldu.
Arel, çocukluğunda kaybettiği bir dostun gözlerini gördü.
Mira, doğmamış bir gelecek çocuğun fısıltısını işitti:
“Doğaya kulak verirseniz, biz yeniden var oluruz.”
Tapınağın içindeki su çanağı artık durgundu. Yansımalardan çıkan içsel yolculuklar, her bir karakterin kalbinde yeni bir pencere aralamıştı. Tairan hafifçe eğildi ve fısıldadı:
“Ritüeller tamamlandı. Şimdi... gerçek öğretmenlerimize kulak verme zamanı geldi.”
Üç yolcu —Arel, Elya ve Mira— başlarını sallayarak ağır adımlarla dışarı çıktı. Orman, onları daha önce hiç görülmemiş bir yüzüyle karşıladı. Sanki bilinçleri açılmış, kulakları sadece dış seslere değil, doğanın kalp atışına da ayarlanmıştı artık.
İlk karşılaştıkları, upuzun gövdesi ve üç parçalı yapraklarıyla Alev Ağacıydı (Delonix regia). Çiçekleri kıpkırmızıydı; sanki gökyüzünden bir yıldız inmiş, toprağa dokunmuştu.
Mira ağaca yaklaştı. “Bu ağaç, sıcak mevsimlerde çevresini serinletir. Renkleri, kelebeklerin dansını çağırır,” dedi Tairan.
Elya, yapraklarından birkaç tanesini dikkatle aldı. “Bu yapraklar hafif çaylara karıştırıldığında bedenin ateşini dengeliyor,” dedi.
Yol boyunca Melia azedarach ile karşılaştılar — halk arasında Japon kuru üzüm ağacı. Onun minik meyveleri bir zamanlar eski şifacıların ellerinde doğal ilaçlara dönüşmüştü.
“Bu ağaç, gölgesiyle hem dinlenme hem de düşünme alanı yaratır,” dedi Arel.
Sonra bir uğultu duyuldu. Hafif, nazik bir titreşim. Ağaç gövdelerinde yaşayan ağaç kurbağaları, nemli kabuklar arasında şarkı söylüyordu. Tairan başını eğdi:
“Kurbağalar, hava değişimini ilk hissedenlerdir. Onlar konuşmaz, ama yağmuru haber verir.”
Biraz ileride, geceye hazırlanan bir kırmızı tilki, uzun kuyruğuyla orman yolunu keserek gözden kayboldu.
Elya mırıldandı: “Tilki yalnız bir iz sürücüdür. Görünmez olur ama yolu daima bilir.”
Gökyüzünde ise göç etmekte olan ibibik kuşları belirdi. Gagaları uzun, uçuşları eğri büğrüydü.
Mira iç geçirerek, “Onlar mevsimin ritmini taşır… Gittikleri yerin zamanını yanında götürür,” dedi.
O gece, bir açıklıkta barınak kurmaları gerekti.
Tairan gösterdi:
– “Yaprakları su geçirmeyen gürgen ağacı burada güçlüdür.”
– “Alt katmanı yumuşak olan ceviz kabukları, böcekleri uzak tutar.”
– “Ve çam reçinesi, hem ışık verir hem yaranın üstünü kapatır.”
Elya ve Arel taşları üçgene dizerek bir ocak yaktı. Mira, küçük yapraklar ve yosunlardan bir yatak yaptı. Ateşin başında oturduklarında, ormanın gerçek bilgeliğinin kitaplardan değil, gözlemden ve seziden doğduğunu anladılar.
“Artık ritüelleri tamamlamış değiliz,” dedi Arel. “Asıl ritüel, göz açmakmış.”
Ormanın derinlerinde gece çökmek üzereydi. Ateşin cılız alevleri çevreyi turuncuya boyarken, ağaçların arasında yankılanan gizemli kuş sesleri, sanki eski zamanlardan fısıltılar taşıyordu. Kahramanlarımız, bu sesleri yalnızca birer hayvan çağrısı olarak değil, bir alfabe gibi çözmeye çalışıyordu.
Arel, ormanın kuzeyine doğru bakan bir taşın üzerine çıkmıştı. Elindeki not defterine titizlikle çizimler yapıyordu.
“Bakın,” dedi, “bu kuş ötüşleri sabah ve akşam değişiyor. Sabah sesleri kısa ve tiz, akşam ise uzun ve derin. Birer işaret olabilir mi?”
Tairan başını salladı:
“İşte bu, kadim işaretlerin ta kendisi. Her tür, zamanı geldiğinde bir şey anlatır. İnsan yalnızca kulak verirse...”
Gece tam anlamıyla çöktüğünde Mira ormanın zeminine yayılmış olan bir parıltı fark etti. Ay ışığıyla parlayan minik bir mantar ailesi…
Biolüminesans mantarları.
Elya eğildi, dokunmadan baktı.
“Bunlar eski ormanların çocukları. Varlıkları, yerin altındaki yaşamın sağlıklı olduğunu gösterir.”
Tairan, ormanın bilgilerini aktarırken dizlerinin üstüne çöktü.
“Bu mantarlar yalnızca temiz toprakta yaşar. Eğer bir gün bu parıltıyı göremezsek, toprak bize küsmüş demektir.”
Arel ertesi sabah bir ağacın gövdesini inceliyordu.
“Yosun hep kuzeye mi yönelir?” diye sordu.
Tairan gülümsedi:
“Çoğunlukla evet. Ama daha önemlisi, ağaç kabuklarının dokusu… Rüzgârın geldiği yönü yıllar boyunca şekillendirir. Eğer dikkat edersen, ormanın pusulası daima yerindedir.”
Bu bilgileri kullanarak yönlerini tayin etmeye, bitkilerin dizilişinden gölgelere kadar pek çok şeyi okumaya başladılar. Her adımda orman, yeni bir kitap gibi önlerinde açılıyordu.
Öğleye doğru, ormanın içinde farklı ayak izleri gördüler. Büyük, derin ve taze…
Tairan diz çöktü, toprağı kokladı.
“Bu, bir boz ayının izidir. Ama endişeye gerek yok. O da bizim gibi burada bir yolcu. Onun yollarından öğrendiğimiz sürece, birlikte yaşarız.”
İzleri takip ederken bir ağacın kovuğunda eski bir çizim buldular. Yüzlerce yıl öncesine ait gibi duran bir taş tablete kazınmış bir geyik figürü… Altında şu yazı vardı:
“Doğa konuşur, ama kelimelerle değil. Rüzgârla. Gölgeyle. İzle…”
Yorum Gönder