“Hakikaten yalnız varlık, insanlar tarafından terk edilmiş olan değil, insanlar arasında acı çekendir.”
— E. M. Cioran
Modern çağın en büyük illüzyonlarından biri, kalabalıkların ortasında yalnızlığın sona ereceği fikridir. Oysa Romen düşünür Emil Cioran, bu düşünceye kılıç gibi keskin bir sözle karşı çıkar: Gerçek yalnızlık terk edilmişlikte değil, paylaşılamayan acıdadır. Ve belki de en trajik olan, insanın çevresiyle doluyken iç dünyasında yapayalnız kalabilmesidir.
Bir odada yalnız oturmakla, binlerce insan arasında hissedilen yalnızlık aynı değildir. İlki sessizliktir; belki huzurla, belki kederle dolu. Ama ikincisi, yani Cioran’ın işaret ettiği, çok daha çetin ve daha yıkıcıdır. Çünkü orada, anlaşılmamak vardır. Bir başka deyişle, insanlarla çevriliyken duyulan yalnızlık, varoluşun inkârıdır.
Kalabalıklar arasında acı çeken bir insan, hem fiziksel olarak görünür hem de ruhsal olarak silinmiş gibidir. Onun çığlığı sessizdir; çünkü etrafındakiler ya duymak istemezler ya da duyamazlar. Bu yüzden, bu tür bir yalnızlık bir görünmezliktir. Kendi acısını taşıyan insan, diğerlerinin gülüşlerinin arkasındaki boşlukları görür ama kimse onun gözlerinin içine bakmaz.
Cioran burada sadece bireysel bir ruh hâlini değil, toplumsal bir çağrıyı da dile getirir: Anlamak, görmek, dokunmak… Bunlar sadece fiziksel değil, ruhsal temaslardır. Ama modern dünya, hızla akan bir nehir gibi, acıyı yüzeyinde değil, dibinde sürükler. Görünmez kılar. Bastırır. Sessizleştirir.
Gerçek yalnızlık, terk edilmiş olmak değildir. Çünkü terk edilmek, bir hikâyenin sonucu olabilir. Ama insanlar arasında acı çekmek, hiç kimsenin okumadığı bir kitabın içinde yaşamaya benzer. Sayfaları vardır, anlamla doludur ama dokunulmaz. İşte bu yüzden acı, insanın en kalabalık yalnızlığıdır.
Birlikteyken bile yalnız hissedenlere…
Belki de ihtiyacımız olan şey, daha fazla söz değil, daha derin bir dinleyiştir. Acıya temas etmeyi göze almak, bir başkasının yalnızlığına köprü olabilmektir.
Oblomov’un Uysallığı: Ruhun Derin Uykusu ve Zamanın Sessiz Çöküşü
“Ne yorgunluk ne de can sıkıntısı, yalnızca yüzünde değil, ruhunda da hüküm süren ve dış görünüşünün bir parçası hâline gelmiş bu uysallığı bir anlığına bile kovamazdı.”
— İvan Gonçarov, Oblomov
Modern hayatın telaşıyla boğuşan bizler için, Gonçarov’un Oblomov karakteri ilk bakışta bir tuhaflık, hatta bir çelişki gibi görünür. O, hareketin değil duruşun, arzunun değil teslimiyetin, planın değil hayalin adamıdır. Ancak Gonçarov’un kaleminden dökülen bu uysallık, ne tembelliğe indirgenebilir ne de yüzeysel bir miskinlik olarak geçiştirilebilir. Oblomov’un hali, zamanla yoğrulmuş bir varoluş felsefesidir: Ruhun kendine çekilişi, hayatın dinmeyen baskısına karşı pasif bir direniştir.
Bu uysallık, bir yorgunluk değildir çünkü Oblomov hiçbir zaman tam anlamıyla çabalamamıştır. Bu bir bıkkınlık da değildir, zira bıkkınlık bile zaman zaman öfkeyi doğurur, halbuki Oblomov öfkelenmeyi bile kendine uzak bulur. Onun ruhundaki bu derin uysallık, hareketsizliğin içinde bir sonsuzluk arayışıdır.
Oblomov’un yüzündeki ifade donuktur; ama o donukluk, yaşamın yüzeyine değil, özüne dair bir sorgulamayı barındırır. O, bir nevi zamanın dışına düşmüştür. Günler geçerken o, kendi iç âleminde sabit bir noktada durur. Ve bu noktadan dünyaya baktığında, değişimin, çabanın ve hatta aşkın bile geçici birer serap olduğunu görür. İşte bu yüzden onun huzuru, huzursuzluğun yokluğundan doğmaz; her şeyin boşluğunun tam ortasında kurulan bir sükûnettir bu.
Gonçarov, Oblomov üzerinden bize sarsıcı bir soruyu fısıldar:
“Gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece bir şeylerle meşgul olarak ölümü geciktiriyor muyuz?”
Oblomov’un hayatı, bu soruya bir cevaptır: O, yaşamaktan kaçındığı için değil, belki de yaşamanın bu çağda anlamını yitirdiğini düşündüğü için durmuştur. Ve onun duruşu, biz hızlı adımlarla geçip giderken göremediğimiz o derinlikli boşluğu ortaya çıkarır.
Belki de Oblomov'un uysallığı, insan ruhunun yorgunluğa değil, anlam yitimine verdiği doğal bir tepkidir. Ve belki de bizler, Oblomov'un hareketsizliğine gülmeden önce, kendi telaşımızın boşluğunu fark etmeliyiz.
“Oblomov olmak” belki bir hastalık değil, bir uyanıştır — dünyanın dayattığı zorunluluklardan değil, ruhun aradığı hakikatten doğan bir sessizlik...
Yorum Gönder