Dünya, bir kez daha çelişkilerle örülü bir sahnenin önünde duruyor.
Bir yanda Donald Trump, “Savaşı durdurun!” diyerek küresel barışın sözcüsü gibi konuşuyor;
diğer yanda ise Gazze semalarında yankılanan bombalar, bu çağrının ne kadar sessiz bir yankıdan ibaret olduğunu hatırlatıyor.
Trump’ın açıklaması, özellikle yeniden güç kazanma sürecinde olan Amerika’nın uluslararası vicdana hitap eden bir jesti olarak okunabilir. Ancak bu söylem, İsrail’in aralıksız süren bombardımanları karşısında politik bir vitrin süsü olmaktan öteye geçemiyor. Çünkü İsrail yönetimi, güvenlik gerekçesiyle başlattığı operasyonları, uluslararası baskılara rağmen stratejik kararlılıkla sürdürüyor.
Gerçekte bu durum bir “anlaşma değil, bir aldatmaca” tablosudur.
Barış çağrıları yapılıyor, ancak ateşkes sahada değil — yalnızca mikrofon başında yaşanıyor.
Diplomasinin diliyle barış istenirken, aynı anda toprağın dilinde ölüm konuşuluyor.
Bu tabloyu anlamak için üç perdeyi açmak gerekir:
- Siyasi Gerçek: Trump’ın çağrısı, uluslararası arenada yeniden konumlanma çabasıdır. Ancak ABD’nin İsrail üzerindeki etkisi, artık eski ağırlığını taşımıyor.
- Askerî Gerçek: İsrail, güvenlik politikalarını “mutlak savunma hakkı” parantezine alarak sivillerin ölümünü meşrulaştırıyor.
- İnsani Gerçek: Enkaz altında kalan yalnızca binalar değil, insanlık bilincidir.
Dünya sessiz; çünkü bu savaş yalnızca Gazze’de değil — insanlığın vicdanında sürüyor.
Trump’ın “barış” sözü kulağa hoş gelse de, barışın gerçek sesi ancak bombalar sustuğunda duyulacak.
Bir anlaşmadan söz etmek için önce bir vicdan birliği gerekir.
Oysa bugün elimizde yalnızca bir belge, bir çağrı, bir sessizlik var.
Ve o sessizlik, her patlamada biraz daha derinleşiyor…
Bu tablo, çağımızın en trajik çelişkilerinden birini yansıtıyor.
Bir yanda “barış” kelimesini yüksek sesle telaffuz eden liderler, diğer yanda bombaların altında kalan çocukların sessizliği…
Donald Trump’ın “savaşı durdurun” çağrısı — özellikle seçim atmosferinde, küresel dengelerin yeniden kurulduğu bir dönemde — politik bir mesaj gibi görünse de, sahadaki gerçekleri değiştirmiyor. Çünkü İsrail’in bombardıman kararları yalnızca dış baskılarla değil, kendi iç politik hesapları, güvenlik söylemi ve ideolojik duruşuyla da şekilleniyor.
Bu tür “barış çağrıları” diplomatik dilde umut verse de, gerçek anlamda etkili bir anlaşma doğurabilmesi için üç koşul gerekir:
- Uluslararası yaptırım iradesi – sadece kınama değil, eylem.
- Tarafların eşit statüde muhatap alınması – Filistin’in bir özne olarak masaya oturtulması.
- Savaşın ekonomik çıkarlarını kesmek – silah ve enerji akışının durdurulması.
Bugün bunların hiçbiri tam olarak uygulanmadığı için “anlaşma” kelimesi kâğıtta var, ama vicdanlarda yok.
Bombalar konuşmaya devam ederken, diplomasi yalnızca yankıdan ibaret kalıyor.